29 Haziran 2009 Pazartesi


DÜŞÜK ORANDA AMORTİSMAN UYGULAYARAK İKTİSADİ KIYMETİN MALİYE BAKANLIĞINCA İLAN EDİLEN FAYDALI ÖMRÜNÜ UZATMAK MÜKELLEF AÇISINDAN VERGİ KAYBINA NEDEN OLMAKTADIR


1.1.2004 tarihinden önce arazi ve bina hariç amortismana tabi iktisadi kıymetler (ATİK) % 20 oranından fazla olmamak üzere serbestçe tespit edilen oranlar üzerinden amortismana tabi tutulurdu.

5024 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikten sonra, 1.1.2004 tarihinden itibaren iktisap edilen amortismana tabi iktisadi kıymetler Maliye Bakanlığı'nın iktisadi kıymetlerin faydalı ömürlerini dikkate alarak tespit ve ilan ettiği oranlar üzerinden itfa edilmektedir.

Yapılan bu yasal değişiklikten sonra, uygulamada mükelleflerin Maliye Bakanlığı'nca açıklanan oranların altında bir amortisman oranı belirleyerek ilgili kıymetlerin itfa sürelerini diğer bir ifade ile faydalı ömürlerini uzatmaları nedeniyle itfa süresinin bitiminden sonra ayrılan amortismanların vergi matrahından indirilmeleri riskli hale gelmiştir.

Konuyla ilgili olarak İstanbul Vergi Dairesi Başkanlığı tarafından verilen bir özelgede; “333 ve 339 Sıra Numaralı Vergi Usul Kanunu Genel Tebliğlerinde belirtilen oranlar mutlak olup, mükelleflerin tebliğlerde belirtilenden daha düşük oranda amortisman ayırmaları amortisman ayırma süresinin dolayısıyla faydalı ömrün değişmesi gibi bir sonuç doğuracaktır ki, bu durum maddenin koyuluş amacına aykırıdır. Dolayısıyla, şirketinizce 01/01/2004 tarihinden itibaren iktisap edilen ve şirket aktifinde yer alan amortismana tabi iktisadi kıymetlerin anılan tebliğlerle belirlenen sürelerde ve oranlarda amortismana tabi tutulması gerekmektedir." Denilmektedir.

Yine konuyla ilgili olarak İstanbul Vergi Dairesi Başkanlığı tarafından verilen bir başka  özelgede özetle;

"..... Ancak, uygulanması gereken amortisman oranından daha düşük amortisman oranını tercih etmeniz mümkün bulunmakla birlikte düşük amortisman oranı kullanmanız halinde amortisman süresinin (faydalı ömür) uzatılması mümkün bulunmamaktadır." denilmiştir. Volkan AKSOYOĞLU (MDERGI Ocak 2009)

Görüldüğü üzere Vergi İdaresi belirlenen orandan daha düşük nispette amortisman ayrılmak suretiyle Vergi Usul Kanunu açısından iktisadi kıymetin faydalı ömrünün uzatılamayacağı Bakanlıkça belirlenen faydalı ömür süresinden sonra ayrılacak amortismanların vergi matrahından düşülemeyeceği görüşündedir.

Ancak her işletmenin kendine özgü koşulları nedeniyle Maliye Bakanlığınca sektör grupları itibariyle ilan edilen  faydalı ömürlerin asgari ve azami hadler arasında belirlenmesi ve mükellefe bu hadler arasında kendi belirleyeceği faydalı ömre göre amortisman ayırma hakkı vermek bizce en doğru çözüm olacaktır.



mi� ; r < �� @� >

DÜŞÜK ORANDA AMORTİSMAN UYGULAYARAK İKTİSADİ KIYMETİN MALİYE BAKANLIĞINCA İLAN EDİLEN FAYDALI ÖMRÜNÜ UZATMAK MÜKELLEF AÇISINDAN VERGİ KAYBINA NEDEN OLMAKTADIR





1.1.2004 tarihinden önce arazi ve bina hariç amortismana tabi iktisadi kıymetler (ATİK) % 20 oranından fazla olmamak üzere serbestçe tespit edilen oranlar üzerinden amortismana tabi tutulurdu.

5024 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikten sonra, 1.1.2004 tarihinden itibaren iktisap edilen amortismana tabi iktisadi kıymetler Maliye Bakanlığı'nın iktisadi kıymetlerin faydalı ömürlerini dikkate alarak tespit ve ilan ettiği oranlar üzerinden itfa edilmektedir.

Yapılan bu yasal değişiklikten sonra, uygulamada mükelleflerin Maliye Bakanlığı'nca açıklanan oranların altında bir amortisman oranı belirleyerek ilgili kıymetlerin itfa sürelerini diğer bir ifade ile faydalı ömürlerini uzatmaları nedeniyle itfa süresinin bitiminden sonra ayrılan amortismanların vergi matrahından indirilmeleri riskli hale gelmiştir.

Konuyla ilgili olarak İstanbul Vergi Dairesi Başkanlığı tarafından verilen bir özelgede; “333 ve 339 Sıra Numaralı Vergi Usul Kanunu Genel Tebliğlerinde belirtilen oranlar mutlak olup, mükelleflerin tebliğlerde belirtilenden daha düşük oranda amortisman ayırmaları amortisman ayırma süresinin dolayısıyla faydalı ömrün değişmesi gibi bir sonuç doğuracaktır ki, bu durum maddenin koyuluş amacına aykırıdır. Dolayısıyla, şirketinizce 01/01/2004 tarihinden itibaren iktisap edilen ve şirket aktifinde yer alan amortismana tabi iktisadi kıymetlerin anılan tebliğlerle belirlenen sürelerde ve oranlarda amortismana tabi tutulması gerekmektedir." Denilmektedir.

Yine konuyla ilgili olarak İstanbul Vergi Dairesi Başkanlığı tarafından verilen bir başka  özelgede özetle;

"..... Ancak, uygulanması gereken amortisman oranından daha düşük amortisman oranını tercih etmeniz mümkün bulunmakla birlikte düşük amortisman oranı kullanmanız halinde amortisman süresinin (faydalı ömür) uzatılması mümkün bulunmamaktadır." denilmiştir. Volkan AKSOYOĞLU (MDERGI Ocak 2009)

Görüldüğü üzere Vergi İdaresi belirlenen orandan daha düşük nispette amortisman ayrılmak suretiyle Vergi Usul Kanunu açısından iktisadi kıymetin faydalı ömrünün uzatılamayacağı Bakanlıkça belirlenen faydalı ömür süresinden sonra ayrılacak amortismanların vergi matrahından düşülemeyeceği görüşündedir.

Ancak her işletmenin kendine özgü koşulları nedeniyle Maliye Bakanlığınca sektör grupları itibariyle ilan edilen  faydalı ömürlerin asgari ve azami hadler arasında belirlenmesi ve mükellefe bu hadler arasında kendi belirleyeceği faydalı ömre göre amortisman ayırma hakkı vermek bizce en doğru çözüm olacaktır.



mi� ; r < �� @� >

15 Haziran 2009 Pazartesi

MALİ GÜNDEM (15.06.2009)


MEVZUATTA GEÇEN HAFTA

  1. Varlık Barışından Yararlanan Mükelleflerin Bu Kapsamda Beyan Ettikleri Vergilerin Tecil Edilemeyeceği Açıklanmıştır:
Maliye Bakanlığı 2009/3 sayılı Tahsilat İç Genelgesinde, daha önce yayınlanan bir iç genelgede;
-Katma Değer Vergisi,
-Geçici Vergi,
-Özel Tüketim Vergisi,
-Banka ve Sigorta Muameleleri Vergisi,
-Özel İletişim Vergisi,
-Harçlar (İkmalen tarhiyata dayanan tapu harçları hariç),
-Fonlar,
-Ecrimisil,
-Eğitime Katkı Payı ve Eğitime Katkı Payına ait gecikme zammı
-Sınırlı uygulama süresine sahip ek vergilerden
olan alacakların tecil edilmeyeceğinin bildirildiğini, 22.11.2008 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan 5811 sayılı Bazı Varlıkların Milli Ekonomiye Kazandırılması Hakkında Kanun kapsamında tahakkuk eden vergilerin de mükelleflerin çok zor durumda olup olmadıklarına bakılmaksızın hiçbir şekilde tecil edilmeyeceğini açıklamıştır..


  1. Reeskont ve Avans İşlemlerinde Uygulanacak Faiz Oranları Değiştirildi:
12 Haziran 2009 Tarihli Resmi Gazetede yayımlanan Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası kararında, vadesine en çok 3 ay kalan senetler karşılığında yapılacak reeskont işlemlerinde uygulanacak iskonto faiz oranını yıllık %18, avans işlemlerinde uygulanacak faiz oranını ise yıllık %19 olarak tespit edilmiştir. Bilindiği üzere Vergi Usul Kanununa göre yapılan reeskont işlemleri ile faizin belli olmadığı kredi verme işlemlerinde avans faiz oranı kullanılmaktadır.
        






VERGİDE TARTIŞILAN RİSKLER VE FIRSATLAR


  1. Hazine Zararı Nasıl Ortaya Çıkar? Gider Kaydedilmemiş Olsa Dahi Transfer Fiyatlandırması Kapsamında Örtülü Kazanç Aktarımının Gerçekleştiği Görüşünde Olan Vergiciler de Var:

5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanununda yer alan transfer fiyatlandırması uygulamasına 1.1.2007 tarihinden itibaren başlanmıştır.

Bilindiği üzere KVK’na göre kurumların, ilişkili kişilerle emsallere uygunluk ilkesine aykırı olarak tespit ettikleri bedel veya fiyat üzerinden mal veya hizmet alım satımında bulunması halinde, tamamen veya kısmen transfer fiyatlandırması yoluyla örtülü kazanç dağıtımı yapılmış sayılmaktadır.

Örtülü olarak dağıtılan kazanç alım satımın yapıldığı hesap döneminin son günü itibarıyla dağıtılmış kar payı veya dar mükellefler için ana merkeze aktarılan tutar sayılır. Buna göre daha önce her iki şirkette yapılan kayıtlar ve vergilendirmeler buna göre düzeltilir.

Transfer fiyatlandırması yoluyla örtülü kazanç dağıtımının ya düşük bedel ile satış yapan ilişkili kişinin diğer şirkete kazanç aktarımı yapması ya da yüksek bedelle satış yapan ilişkili kişiden  alımı yapan şirketin diğerine kazanç aktarması şeklinde yapıldığı kabul edilmektedir.

Kurumlar Vergisi Kanunu'nun 11/1-c bendinde transfer fiyatlandırması yoluyla örtülü olarak dağıtılan kazançların Kanunen Kabul Edilmeyen Gider kapsamında oldukları belirtilmiş olup, bu hükmün uygulaması ile ilgili mükelleflerdeki algılama, emsal bedel ile fiilen ödenen bedel arasındaki farkın ancak gider yazılmış olması halinde yani kazançtan indirilmiş olması halinde matrah farkının oluşacağı yönündedir. Bu şekildeki algılama, matrah farkının, mallarda ve diğer iktisadi kıymetlerde ancak satış veya amortisman yoluyla gider yazılan dönemlerde ortaya çıkacağı anlamına gelmektedir. Ancak mevcut düzenlemeye göre bu mümkün değildir. Çünkü KVK’nun 13’ncü maddesine göre örtülü kazanç dağıtımı şartların (ilişkili kişilerle emsallere uygunluk ilkesine aykırı olarak yapılan alım satımın) gerçekleştiği hesap döneminin son günü itibariyle yapılmış sayılır ve o dönem hesaplarının düzeltilmesi gerekir.

Vergicilerin bir kısmı yapılan ödemenin muhasebede gider olarak kaydedilmese dahi ilgili yıl kazancına eklenerek üzerinden vergi alınması gerektiğini düşünmektedirler. Örneğin 500.000 TL emsal bedelli arsayı ilişkili kişiden 1.000.000 TL na satın alan şirket arsanın bedelini muhasebede ne direkt olarak ne de amortisman yoluyla masraf yazmasa dahi ilişkili kişiye dağıttığı kabul edilen 500.000 TL kazancı alım satımın yapıldığı dönem kazancına ekleyerek üzerinden vergi hesaplayacaktır.  

Bilindiği üzere KVK’nun 13’ncü maddesine 2008 yılından itibaren uygulanmak üzere kazancın örtülü olarak dağıtılması için hazine zararının doğması şartı konulmuştur. Hazine zararının tanımı ise, emsallere uygunluk ilkesine aykırı olarak tespit edilen fiyat ve bedeller nedeniyle kurum ve ilişkili kişiler adına tahakkuk ettirilmesi gereken her türlü vergi toplamının eksik veya geç tahakkuk ettirilmesi şeklinde yapılmıştır.

Bu görüşü savunanlar, yapılan işleme ilişkin emsal bedel ile uygulanan bedel arasındaki farkın her halükarda, yani gider olarak yazılıp yazılmadığına bakılmaksızın taraflardan birinin kazancına eklenirken diğerinin kazancından düşülmesi şeklinde uygulama yapılması gerektiğini belirtmektedirler. Bu düşünce tarzı uygulamada peşin vergileme anlamına gelmekte ve kağıt üzerinde Hazine zararının çıkmasına yol açmaktadır. 


  1. Toplu İşten Çıkarmanın Koşulları:


4857 sayılı İş Kanunu’nun 29. maddesinin birinci ve ikinci fıkrasına göre, “İşveren; ekonomik teknolojik, yapısal ve benzeri işletme, işyeri veya işin gerekleri sonucu toplu işten çıkarmak istediğinde, bunu en az otuz gün önceden bir yazı ile işyeri sendika temsilcilerine, ilgili bölge müdürlüğüne ve Türkiye İş Kurumu’na bildirir.
İşyerinde çalışan işçi sayısı: (a) 20 ile 100 işçi arasında ise, en az 10 işçinin; (b) 101 ile 300 işçi arasında ise, en az yüzde on oranında işçinin; (c)301 ve daha fazla ise, en az 30 işçinin işine 17. madde uyarınca ve bir aylık süre içinde aynı tarihte veya farklı tarihlerde son verilmesi toplu işten çıkarma sayılır.

Toplu işçi çıkarmanın söz konusu olabilmesi için bir işyerinde en az 20 işçinin çalışmış olması gerekmektedir.

İşveren; ekonomik, teknolojik, yapısal ve benzeri işletme, işyeri veya işin gerekleri sebebiyle toplu olarak işçi çıkarabilir. Toplu işçi çıkarmalarda işletme içi nedenler; işyerinin küçültülmesi, yeni teknolojilerin kullanılması vb. hususlardır. İşletme dışı nedenler; ülkede yaşanan ekonomik kriz, satış olanaklarının azalması, enerji ve hammadde sıkıntısı vb. hususlardır.

Kanun’da sayı olarak ölçeği belirlenen işyerlerinde; ekonomik, teknolojik, yapısal ve benzeri işletme, işyeri veya işin gereklerinden kaynaklanan nedenlerle iş sözleşmesi işveren tarafından 4857 sayılı İş Kanunu’nun 17. maddesi uyarınca feshedilen işçi sayısı dikkate alınarak toplu işten çıkarmanın nedenleri ve ölçeğinin sınırı çizilmiştir. Bu nedenle iş sözleşmesinin 4857 sayılı İş Kanunu’nun 25. maddesi uyarınca işveren tarafından derhal fesih halleri ile işçinin şahsından kaynaklanan nedenlerle anılan Kanun’un 17. maddesi uyarınca iş sözleşmesinin işverence fesih halleri toplu işçi çıkarma kapsamında değerlendirilemeyecektir.
Ekonomik teknolojik, yapısal ve benzeri işletme, işyeri veya işin gerekleri sonucu toplu işten çıkarmak durumunda kalan işverenin iş sözleşmelerinin fesih gerekçesini rasyonel, objektif ve somut olarak ortaya koyması, feshin son çare olduğunu ispat etmesi gerekir. Yargıtay bir kararında bu duruma işaret etmiştir: “Davalı işverenin dosyaya ibraz ettiği bilançolara göre uzun süredir zarar etmekte olduğu, verimliliğin artırılması, personel fazlalığının ortadan kaldırılması için yeniden yapılandırmaya gidilmesi gerektiği, bu nedenle davalının yeniden yapılandırma kurulu oluşturarak norm kadro belirlemesi yaptığı… Davalı işverenin hazırladığı listede salt sayılar yer almakta ve herhangi bir gerekçeye yer verilmediği görülmektedir. Somut olayda olduğu gibi çok fazla sayıda fesih gerçekleştiren kurumların ve özellikle yasasında da hüküm olmakla yeniden yapılandırmaya ve norm kadroya dayanan fesihlerde bu belirlemelerin rasyonel, objektif ve somut olarak yapılması ve uygulamasının da yasaya uygun olması gerekmektedir… Kurumun ve çalışanlarının profilinin, yeniden yapılandırma ile ilgili kararların yerindeliği, 4857 sayılı İş Yasası’nın 29. maddesi gereğince yapılan fesihlerin işverenin ekonomik, teknolojik, yapısal ve benzeri işletme ve işyeri gereklerinden kaynaklanıp kaynaklanmadığı, feshin son çare olup olmadığı konuları uzman, tarafsız gerekirse öğretim üyelerinden seçilecek bilirkişi heyetinden alınacak rapor ile belirlenmeli ve alınacak raporlar değerlendirmeye tabi tutularak sonuca göre hüküm kurulmalıdır.” Çetin SONKAYA (Yaklaşım Ocak 2009) 

4857 sayılı İş Yasası’nın 29. maddesinin 2. fıkrasında belirtilen çalışan işçi sayısı ile iş sözleşmesi feshedilen işçi sayılarının tespitinde;  işverene tabi ve/veya işletme bünyesindeki toplam işçi sayılarının değil, toplu işçi çıkarımının yapıldığı her bir işyerinin münferiden değerlendirilmesi gerekir. Arif Temir (Yaklaşım Ocak 2009)

İşveren; ekonomik, teknolojik, yapısal ve benzeri işletme, işyeri veya işin gerekleri sonucu toplu işçi çıkarmak istediğinde, bunu en az otuz gün önceden bir yazı ile;
- İşyeri sendika temsilcilerine,
- Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın ilgili bölge müdürlüğüne,
- Türkiye İş Kurumu’nun ilgili birimine
Bildirir.

İşyerinin kesin ve devamlı surette faaliyetine son vermesi durumunda işyeri sendika temsilcilerine bildirimde bulunulmaz.

4857 sayılı Yasa toplu işçi çıkartılması ile ilgili bildirimlerin yazılı yapılmasını öngörmüştür. Yapılacak olan bildirimlerde;
-İşçi çıkarmanın sebepleri,
-Bundan etkilenecek işçi sayısı ve grupları
-İşe son verme işlemlerinin hangi zaman diliminde gerçekleşeceğine
ilişkin bilgilerin bulunması gerekmektedir.

Fesih bildirimleri, işverenin toplu işçi çıkarma isteğini işyerinin bağlı olduğu Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın bölge müdürlüğüne bildirmesinden otuz gün sonra hüküm doğurur.

İşveren, toplu işçi çıkarmalarda işçilere çalışma sürelerine uygun olarak ihbar öneli vermek veya ihbar tazminatı ödemek bunun yanında kıdem tazminatı da ödemek zorundadır.

4857 sayılı Yasa’nın 29. maddesinde belirtilen hükümlere aykırı olarak işçi çıkaran işveren veya vekili hakkında aynı Yasa’nın 100. maddesi gereğince her işçi için 403,00 TL  idari para cezası uygulanmaktadır.

İşveren toplu işçi çıkarmanın kesinleşmesinden itibaren altı ay içinde aynı nitelikteki iş için yeniden işçi almak istediği takdirde nitelikleri uygun olan işten çıkarılan işçileri tercihen işe çağırmakla yükümlüdür.











EKONOMİ YORUMLARINDAN ALINTILAR



İndirimler sürecek mi?
Ertuğ Yaşar (Referans 12.06)

Öyle anlaşılıyor ki ekonomi yönetimi, yerel seçimler öncesinde (biraz da alel acele) getirilen vergi indirimlerini şimdilerde uzatacak.
Pazartesi günü Başbakan Yardımcısı ve Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan, NTV televizyonuna çok güzel bir söyleşi verdi. Bu söyleşiden anladık ki değişik sektörlere sağlanan vergi indirimleri gözden geçiriliyormuş. Bazıları uzatılacak, bazıları kapsamı daraltılarak sürdürülecek, bazıları tamamen kaldırılacak ve belki de bazı yeni sektörler eklenecekmiş.
"Sonuçlarına bakıyoruz" dedi Ali Bey. Yani bir anlamda "Attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya değdi mi ona bakacağız" dedi. Çünkü sağlanan vergi indirimleriyle hükümet, gelirlerinden vazgeçti. Bunu yaparken amaçlanan hedefler, tüketimin artması yolu ile piyasanın canlanması; stokların eritilmesi ve üretimin yeniden başlaması, istihdamın korunması (ve artırılması), tüketici memnuniyetinin sağlanmasıydı. Şimdi bu hedeflere ne kadar ulaşıldığına rakamsal olarak bakıyorlar.
Daha önceki bazı örneklerde kanıtlanmıştır ki, vergi yüzdesinin inmesi toplam vergi gelirlerini azaltmayabilir. Acaba Türkiye'de mart ayından bu yana böyle olmuş olabilir mi? Olmasa bile çok dert değil; çünkü eğer bu vergi indirimi sayesinde Türkiye'de istihdam korunabildiyse devlet yine de çok kârlıdır.
Sanırız Ali Babacan'ın da özellikle otomotiv sektörüne sağlanan vergi indirimleri konusunda kişisel çekinceleri oluşmuş. Çünkü Sayın Bakan şuna yakın bir cümle sarf etti: "Bizim sağladığımız vergi indirimlerinin Almanya'da ya da Fransa'da istihdam yaratmasına izin veremeyiz."
Sözün amacı belli: "Neden biz ithal otomobillerin satışına destek olalım?" Kaldı ki eldeki veriler, Türkiye'de satılan her 100 otomobilden 80'e yakınının ithal olduğunu da gösteriyor. Üstüne bir de kamuoyuna doğruluğunu tam bilemediğimiz bir söylenti yayıldı: Meğerse otomobil firmalarından bazıları vergi indirimlerinin tamamını fiyatlara yansıtmamış; bu indirimlerle kendi kârlarını artırmışlar.
Bizce otomobil sektörüne verilecek bir vergi indirimi, sadece Türkiye'de üretilen otomobillere sağlanmalıdır. Evet, bu önlem Avrupa Birliği ile aramızda olan gümrük birliğine aykırıdır. Ama sanırım bu "olağanüstü" dönemde böyle geçici bir uygulama için bir istisna alınabilir.
Diğer sektörlerde durum bizce farklıdır. Örneğin ulusal katkı payı oldukça yüksek olan mobilya sektöründe mutlaka vergi indirimleri sürmelidir. Kaldı ki mobilya, otomobil gibi değildir. Çünkü mobilyayı otomobile göre çok daha geniş bir kamuoyu kitlesi satın alabilir. Yani "tüketim mutluluğu", çok daha geniş bir kamuoyu tabanına yayılabilir.
Beyaz ve kahverengi eşyalarda da vergi geliri kaybına ve yerli girdiye bakılmalıdır. Bu sektör de otomotiv gibi, yerli üreticilerin yanı sıra ciddi oranda dışalımın olduğu bir alandır (özellikle elektronikte). O nedenle gerçekleşen verilere bakarak karar vermek ve belki de vergi indirimlerinin oranını düşürerek bir miktar daha indirimleri sürdürmek yararlı olabilir.
Ancak bunun bir istisnası, bilgisayar olmalıdır. Özellikle okulların kapandığı bu dönemde, birçok aile çocuklarına karne hediyesi olarak bilgisayar almayı düşünebilir. Çocuklarımızın daha çok bilgisayar kullanması, gelecekte çok daha teknoloji ile barışık bir toplum olmamızı sağlar. Bu nedenle sadece bilgisayarlarda vergi indirimlerinin sürmesi çok yerinde olur.
Eğer ekonomi yönetimi vergi indirimine yeni sektörler eklemek istiyorsa bizce bu konuda en önemli aday konfeksiyon sektörüdür. Hem istihdam sağlama açısından hem yüksek yerli katkı açısından ve hem de tüketicilere satın alma sonrasında kişisel mutluluk sağlama açısından, konfeksiyon önemli bir sektördür. Kaldı ki konfeksiyonun perakende sektörünü de canlandırma etkisi bulunmaktadır.
Umarız Ali Babacan önderliğindeki ekonomi yönetimi bu kere lobilerin baskısı ile değil de Türkiye'nin ekonomik gerekleri çerçevesinde kararlar verir.



HAZİNE ZARARI NASIL ORTAYA ÇIKAR? GİDER KAYDEDİLMEMİŞ OLSA DAHİ TRANSFER FİYATLANDIRMASI KAPSAMINDA ÖRTÜLÜ KAZANÇ AKTARIMININ GERÇEKLEŞTİĞİ GÖRÜŞÜNDE OLAN VERGİCİLER DE VAR





5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanununda yer alan transfer fiyatlandırması uygulamasına 1.1.2007 tarihinden itibaren başlanmıştır.

Bilindiği üzere KVK’na göre kurumların, ilişkili kişilerle emsallere uygunluk ilkesine aykırı olarak tespit ettikleri bedel veya fiyat üzerinden mal veya hizmet alım satımında bulunması halinde, tamamen veya kısmen transfer fiyatlandırması yoluyla örtülü kazanç dağıtımı yapılmış sayılmaktadır.

Örtülü olarak dağıtılan kazanç alım satımın yapıldığı hesap döneminin son günü itibarıyla dağıtılmış kar payı veya dar mükellefler için ana merkeze aktarılan tutar sayılır. Buna göre daha önce her iki şirkette yapılan kayıtlar ve vergilendirmeler buna göre düzeltilir.

Transfer fiyatlandırması yoluyla örtülü kazanç dağıtımının ya düşük bedel ile satış yapan ilişkili kişinin diğer şirkete kazanç aktarımı yapması ya da yüksek bedelle satış yapan ilişkili kişiden  alımı yapan şirketin diğerine kazanç aktarması şeklinde yapıldığı kabul edilmektedir.

Kurumlar Vergisi Kanunu'nun 11/1-c bendinde transfer fiyatlandırması yoluyla örtülü olarak dağıtılan kazançların Kanunen Kabul Edilmeyen Gider kapsamında oldukları belirtilmiş olup, bu hükmün uygulaması ile ilgili mükelleflerdeki algılama, emsal bedel ile fiilen ödenen bedel arasındaki farkın ancak gider yazılmış olması halinde yani kazançtan indirilmiş olması halinde matrah farkının oluşacağı yönündedir. Bu şekildeki algılama, matrah farkının, mallarda ve diğer iktisadi kıymetlerde ancak satış veya amortisman yoluyla gider yazılan dönemlerde ortaya çıkacağı anlamına gelmektedir. Ancak mevcut düzenlemeye göre bu mümkün değildir. Çünkü KVK’nun 13’ncü maddesine göre örtülü kazanç dağıtımı şartların (ilişkili kişilerle emsallere uygunluk ilkesine aykırı olarak yapılan alım satımın) gerçekleştiği hesap döneminin son günü itibariyle yapılmış sayılır ve o dönem hesaplarının düzeltilmesi gerekir.

Vergicilerin bir kısmı yapılan ödemenin muhasebede gider olarak kaydedilmese dahi ilgili yıl kazancına eklenerek üzerinden vergi alınması gerektiğini düşünmektedirler. Örneğin 500.000 TL emsal bedelli arsayı ilişkili kişiden 1.000.000 TL na satın alan şirket arsanın bedelini muhasebede ne direkt olarak ne de amortisman yoluyla masraf yazmasa dahi ilişkili kişiye dağıttığı kabul edilen 500.000 TL kazancı alım satımın yapıldığı dönem kazancına ekleyerek üzerinden vergi hesaplayacaktır.  

Bilindiği üzere KVK’nun 13’ncü maddesine 2008 yılından itibaren uygulanmak üzere kazancın örtülü olarak dağıtılması için hazine zararının doğması şartı konulmuştur. Hazine zararının tanımı ise, emsallere uygunluk ilkesine aykırı olarak tespit edilen fiyat ve bedeller nedeniyle kurum ve ilişkili kişiler adına tahakkuk ettirilmesi gereken her türlü vergi toplamının eksik veya geç tahakkuk ettirilmesi şeklinde yapılmıştır.

Bu görüşü savunanlar, yapılan işleme ilişkin emsal bedel ile uygulanan bedel arasındaki farkın her halükarda, yani gider olarak yazılıp yazılmadığına bakılmaksızın taraflardan birinin kazancına eklenirken diğerinin kazancından düşülmesi şeklinde uygulama yapılması gerektiğini belirtmektedirler. Bu düşünce tarzı uygulamada peşin vergileme anlamına gelmekte ve kağıt üzerinde Hazine zararının çıkmasına yol açmaktadır. 


8 Haziran 2009 Pazartesi

MALİ GÜNDEM (08.06.2009)


MEVZUATTA GEÇEN HAFTA

  1. Ağır ve Tehlikeli İşlerde Çalıştırılacak İşçilerin Mesleki Eğitime Tabi Tutulmaları Zorunlu Kılınmıştır
31 Mayıs 2009 Tarihli Resmi Gazetede yayımlanan “Ağır ve Tehlikeli İşlerde Çalıştırılacak İşçilerin Mesleki Eğitimlerine Dair Tebliğde 4857 sayılı Kanunun 85 inci maddesine istinaden, 16.6.2004 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan “Ağır ve Tehlikeli İşler Yönetmeliği” kapsamında bulunan işyerlerinde çalışan işçilerin, işe alınmadan önce, mesleki eğitime tabi tutulmaları zorunlu kılınmıştır.
Ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılacak işçilerin, zorunlu mesleki eğitim diploma, sertifika veya belgelerinin bulunup bulunmadığı hususu, 4857 sayılı Kanuna göre Bakanlık İş Müfettişleri tarafından denetlenecektir.
İşverenler, ağır ve tehlikeli işlerde çalışan işçilerin mesleki eğitim belgelerinin bir örneğini, 4857 sayılı Kanunun 75 inci maddesine göre düzenlenen özlük dosyasında saklamak ve istendiğinde yetkili memurlara göstermek zorundadır.

  1. Kat İrtifakından Kat Mülkiyetine Geçme İşlemi Basitleştirilecektir:
634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununda değişiklik öngören tasarıya göre, kat irtifakından kat mülkiyetine geçişin Kanunda gösterilen şartlar uyarınca kat irtifakına sahip ortak maliklerin talebine bağlı olmaksızın ilgili idare tarafından yapılması amaçlanmaktadır.
Kanunun yürürlüğe girmesinden önce kat irtifakı kurulmuş ve yapıları tamamlanarak yapı kullanma izin belgesi alınmış binaların, kat irtifakına sahip ortak maliklerden birinin başvurusu veya yapı kullanma izin belgesinin yetkili idarece tapu idaresine gönderilmesi üzerine kat mülkiyetine resen geçilecektir.

  1. Yeni Teşvik Paketi Neler Getiriyor:
Yeni teşvik paketinde yer alan teşvik konuları şöyledir:
  1. Kurumlar/Gelir Vergisi İndirimi
  2. SSK Primi İşveren Hissesinin Hazine tarafından karşılanması
  3. Faiz Desteği
  4. Yatırım Yeri Tahsisi
  5. KDV İstisnası
  6. Gümrük Vergisi Muafiyeti
Yeni teşvik paketinde ülke 4 bölgeye bölünmüş ve her bölgede teşvik edilecek sektörler belirlenmiştir.
1. Bölgede, ağırlıklı olarak motorlu kara taşıtları ve yan sanayi, elektronik, ilaç, makine imalat ve tıbbi, hassas ve optik alet yatırımları gibi yüksek teknoloji gerektiren yatırımlar teşvik edilecektir .
2. Bölgede nispeten teknoloji yoğun sektörler desteklenecektir. Bu çerçevede; ağırlıklı olarak, makine imalat, akıllı çok fonksiyonlu tekstil, metalik olmayan mineral ürünler (cam, seramik, karo, yalıtım malzemeleri vb) kağıt, gıda ve içecek imalatı sektörleri teşvik edilecektir.
3. ve 4. Bölgeleri oluşturan doğu ve güneydoğu bölgelerinde, tarım ve tarıma dayalı imalat sanayi, konfeksiyon, deri, plastik, kauçuk, metal eşya gibi emek yoğun sektörlerin yanı sıra turizm, sağlık ve eğitim yatırımları da teşvik edilecektir.
Tekstil, konfeksiyon ve hazır giyim, deri ve deri mamülleri sektörlerinde faaliyette bulunan, asgari 50 kişilik istihdam sağlayan, işletmelerin, 31.12.2010 tarihine kadar 1. ve 2. bölgelerden 3. ve 4. bölgelere taşınması halinde;
Ø  5 yıl süreyle kurumlar vergisi oranı % 20 yerine % 5 oranında uygulanacak,
Ø  5 yıl süreyle mevcut istihdam da dahil olmak üzere bu tesislere taşındıkları bölgede (3. ve 4. bölgeler) uygulanan SSK işveren primi desteği sağlanacak,
Bu tesislerin 3. ve 4. bölgelere nakliye giderleri Hazine tarafından karşılanacaktır.
Yeni Yatırım Teşvik Sistemi 31.12.2010 tarihine kadar başlamış olan yatırımlara uygulanacaktır.
Kredi Garanti Desteği
-Yıllık cirosu 25 milyon TL’nin altında ve en fazla 250 çalışanı olan,
-30 Haziran 2008 tarihinden önceki iki yıl içinde takibe düşmüş borcu olmayan ve kamuya vadesi geçmiş borcu bulunmayan
İşletmelerin kullandıkları kredilere, Hazine desteği ile Kredi Garanti Kurumunca kredinin % 65’ine kefalet sağlanacak, kredi riskinin % 35’i  ise bankalar tarafından üstlenilecektir.






VERGİDE TARTIŞILAN RİSKLER VE FIRSATLAR

  1. Birleşen KOBİ’lere Büyük Teşvik:
Gelir Vergisi Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkındaki Yasa Tasarısında, KOBİ’lerin 31.12.2009 tarihine kadar yaptıkları birleşmelerde çok önemli teşvik unsurları yer almaktadır. Bu birleşmelerde mevcut uygulamada yer alan devralınan kurumun birleşme tarihi itibariyle öz sermaye tutarını geçmeyen zararlarının mahsubunun yanısıra;
  • Devralan kurum devralınan kurumun birleşme tarihindeki sabit kıymetlerini rayiç bedelle değerlemek suretiyle devralacak ve bilançolarına kaydedecektir. Oysa mevcut Kurumlar Vergisindeki “Devir” uygulamasında bu değerler mukayyet değer yani defterdeki değerleriyle bilançoya kaydedilir, dolayısıyla bu kıymetlerin el değiştirmesi nedeniyle ortaya çıkması muhtemel kazanç ertelenirdi. Tasarıdaki birleşme sözkonusu kazancın tamamen istisna olmasını öngörmektedir.Bu kazncın tamamı birleşme tarihi itibariyle birleşilen (devralan) şirketin sermayesine eklenecektir.
  • Birleşme nedeniyle infisah eden kurumun, birleşme tarihinde sona eren hesap dönemi dahil olmak üzere, birleşilen kurumun üç hesap döneminde elde ettiği kazançlara Kurumlar Vergisi indirimli olarak uygulanabilecektir.
Bu teşvik unsurlarından yararlanmanın şartı ise;
  • Birleşilen kurum ve münfesih kurum tarafından, 01.4.2009 tarihinden önce verilen son aya ilişkin sigorta bildirgelerine göre istihdam ettikleri personel sayısının toplamından az olmamak üzere birleşme sonrası üç yıl süreyle personel istihdam etmeleridir.

  1. Türkiye'deki Yerleşik Kişiler Yurt Dışındaki Yerleşik Gerçek Kişilerden Sağladıkları Kredinin Faizi Üzerinden Stopaj Yapmayacaklar, Ancak Onlar Adına Münferit Beyanname Vermek Zorunda Kalabileceklerdir:
Gelir Vergisi Kanununun 6'ıncı maddesinde, Türkiye'de yerleşmiş olmayan gerçek kişilerin sadece Türkiye'de elde ettikleri kazanç ve iratlar üzerinden vergilendirilecekleri hükme bağlanmıştır.

Aynı Kanununun 75'inci maddesinin 6 numaralı bendinde ise; kaynağı ne olursa olsun "Her nevi alacak faizlerinin (adi, imtiyazlı, rehinli, senetli alacaklarla cari hesap alacaklarından doğan faizler ve kamu tüzel kişilerince borçlanılan ve senede bağlanmış olan meblağlar için ödenen faizler dahil) menkul sermaye iradı sayılacağı hüküm altına alınmıştır.

Gelir Vergisi Kanununda alacak faizleri üzerinden stopaj yapılması öngörülmemiştir. GVK’nun 101'inci maddesinde, dar mükellefiyete tabi mükelleflerden yıllık beyanname vermeye mecbur olmayanların, vergisi tevkif suretiyle alınmamış menkul sermaye iratlarını ve diğer her türlü kazanç ve irada ilişkin ödemelerinin Türkiye'de yapıldığı yerin vergi dairesine münferit beyanname ile bildirmeye mecbur oldukları, bu kazanç ve iratlarla ilgili beyannamelerin ise bu kazanç ve iratların iktisap olunduğu tarihten itibaren 15 gün içinde ilgili vergi dairesine verilmesi, 107'inci maddede; dar mükellefiyette, mükellefin Türkiye'de daimi temsilcisi mevcutsa mükellef hesabına daimi temsilci, daimi temsilci mevcut değilse, kazanç ve iratları yabancı kişiye sağlayanların tarhiyata muhatap tutulacağı hüküm altına alınmıştır.

Öte yandan dar mükellef kişilerin mukimi olduğu ülkelerle yapılan çifte vergilendirmeyi önleme anlaşmalarının bulunması halinde, anlaşma hükümleri de dikkate alınacaktır.

Nitekim Gelir İdaresi Başkanlığı’na bağlı Büyük Mükellefler Vergi Dairesi Başkanlığı tarafından verilen 14.11.2008 tarih ve 33106 sayılı özelgede de aynı görüşlere yer verilmektedir.


  1. Yurt Dışındaki Banka ve Benzeri Finans Kurumlarından Alınan Krediler İle Diğer Kurumlardan Alınan Kredilere Ödenen Faizin Stopaj ve KDV Yükümlülüğü Yönünden Farklılığı:


Kurumlar Vergisi Kanununun 30’ncu maddesinin 7-b bendine göre; yurtdışındaki finans kuruluşlarından temin edilen borçlanmalara ilişkin ana para, faiz ve kâr payı ödemeleri ile sigorta ve reasürans ödemeleri üzerinden vergi kesintisi yapılmaz

20.12.2006 tarih ve 2006/11447 Sayılı Kararnamenin Eki Kararın (2)’nci maddesinin (e) bendine göre;

(i)-Yabancı devletler, uluslararası kurumlar veya yabancı banka ve kurumlardan alınan her türlü krediler için ödenecek faizlerden (katılım bankalarının kendi usullerine göre yurt dışından sağladıkları fonlar ve benzeri kaynaklar için ödedikleri kar payları dahil) %0,
(ii)- Diğerlerinden %10
oranında vergi kesintisi yapılacağı belirtilmiştir.

Dolayısıyla yurtdışında ki banka veya benzeri finans kuruluşlarına ödenen faizlerden stopaj  yapılmayacak diğer kurumlara yapılan faiz ödemelerinden ise, çifte vergilendirmeyi önleme anlaşmaları göz önünde bulundurularak % 10 oranında stopaj yapılacaktır.

Öte yandan Katma Değer Vergisi Kanununun 17/4-e maddesinde; banka ve sigorta muameleleri vergisi kapsamına giren işlemler ve tali acenteler dahil sigorta acente ve prodüktörlerinin sigorta muamelelerine ilişkin işlemleri ile Kurumlar Vergisi Kanununun 7 nci maddesinin (24) numaralı bendinde belirtilen kurumların kredi teminatı sağlama işlemlerinin katma değer vergisinden istisna olduğu hükme bağlanmıştır.

46 Seri No.lu Katma Değer Vergisi Genel Tebliği’nin “A – Yurt Dışından Temin Edilen Kredilerin Katma Değer Vergisi Karşısındaki Durumu” başlıklı bölümünde de; Banka ve sigorta muameleleri vergisine tabi tutulan kredi işlemleri ile aynı mahiyetteki kredi işlemlerini yapan, ancak Türkiye'de banka ve sigorta muameleleri vergisi yükümlülükleri öngörülmemiş olan yabancı banka ve diğer kuruluşların bu işlemlerinin katma değer vergisi karşısındaki durumu açıklanmış olup, yurt dışı kredi işlemlerinin Kanunun 17/4-e maddesi hükmü kapsamında değerlendirilmesi gerektiği ve bu kapsamdaki işlemler nedeniyle ödenen faiz, komisyon ve bunlara ilişkin kur farklarının katma değer vergisine tabi olmadığı belirtilmiştir.

Bu nedenle yurtdışında ki banka veya benzeri finans kuruluşlarına ödenen faizlerden KDV hesaplanmayacak, diğer kurumlara ödenen faizlerden KDV hesaplanarak sorumlu sıfatıyla Vergi Dairesine ödenecektir.


GEÇEN HAFTANIN EKONOMİ YAZARLARINDAN ALINTILAR



Zenginlere vergi takibi
Metin Ercan (Radikal 03.06)
OECD  bünyesinde faaliyet gösteren ‘Vergi İdaresi Forumu’nun 28-29 Mayıs tarihlerinde Paris’te düzenlenen beşinci toplantısında ele alınan önemli konulardan biri ‘Yüksek Net Varlıklı Bireylerin’ (High Net Worth Individuals  HNWI) vergi mevzuatına uyumlarıydı. Bu ‘zengin’ tabakanın vergi idareleri tarafından mercek altına alınmasının nedenleri ise, faaliyetlerinin vergi takibi açısından zorluk çıkaracak derecede karmaşık olması, çok fazla sayıda ve girift ilişkilere sahip şirketleri kontrol etmeleri, söz konusu bireylerin ödedikleri veya ‘ödemedikleri’ vergi tutarlarının yüksek meblağlara ulaşması olarak sayılıyor. Toplantının oturum başkanı olan Güney Afrika Cumhuriyeti Maliye Bakanı Pravin Gordhan’ın ifadesiyle vergi kaçağı ‘ülkelerin maliyesini yiyip bitiren bir kanser’ olarak görülüyor. Ayrıca HNWI kesiminin vergi idaresinin tam kontrolüne alınmasının vergi sisteminin güvenirliği üzerinde önemli bir etkisi bulunuyor. Financial Times’ın da yer verdiği forum toplantısında belirtildiği üzere bu zengin bireyler vergi idareleri için önemli bir risk teşkil ediyorlar. Özellikle bazı ‘hedge fon’ ve ‘halka kapalı hisse fonu’ (private equity fund) yöneticileri, iştigal ettikleri faaliyet alanları ve aşina oldukları vergi düzenlemeleri nedeniyle mercek altına alınan yöntemlere daha fazla başvuruyorlar. Bunun ötesinde ‘star sporcular’ ve şov dünyası ünlüleri de sınır ötesi hareketlilikleriyle vergi kaçırma riski yüksek olan grup içinde yer alıyorlar.  Girişimciler ise, genel olarak riske yatkınlıkları ile vergi avantajı sağlamak için riskli bir takım ‘düzenlerin’
parçası olabiliyorlar.
Forumda öncelikle ‘vergi kaçırma cinliği’ olarak tanımlanabilecek ‘agresif vergi planlaması’nın (aggresive tax planning  ATP) türleri, bu tür planların kimlerin yardımıyla gerçekleştirildiği ve zengin bireylerin bu planlara dahil olmalarının arkasındaki neden ve dürtülerin anlaşılmasının önemine dikkat çekiliyor. Forumda zengin bireylerin vergi kaçaklarına karşı alınacak önlemlerle ilgili daha sistematik bir yaklaşım sergilenmesi de gündeme geliyor. Sistematik bir yaklaşıma dair görüşlerden birine göre vergi idarelerinin içlerinde HNWI kesimi için ayrı birer uzmanlaşmış birim teşkil ettirmesi ve HNWI’lerin ilintili olduğu şirket ve kurumları yakın takibe alması öneriliyor. Vergi idareleri arasındaki işbirliği ve eşgüdümün güçlendirilmesi ise gerek deneyim paylaşımı gerekse de sınır ötesi para hareketlerinin karşılıklı bildirimini kolaylaştıracak.
Ayrıca HNWI kategorisine giren vergi mükelleflerinin işbirliğine ikna edilmesi ve bu işbirliğinden kendilerinin de kazançlı çıkacağı bir teşvik sisteminin getirilmesi de öneriler arasında yer alıyor. Bunun için vergi mevzuatına uyuma yönelik yasa tasarısı hazırlanacak. Böyle bir yasa tasarısının hazırlanması çalışmalarına HNWI kategorisindeki bireylerin vergi danışmanları dâhil olacak. Geçmiş dönemlerdeki ‘matrah farklarına’ yönelik tam beyan sağlamayı kabul eden vergi mükellefleri için de kolaylık sağlanması düşünülüyor. Vergi kaçakları söz konusu olduğunda, vergi kaçırma operasyonlarının önemli üsleri olan ‘offshore’ merkezleri gündeme geliyor. Son dönemlerde ‘offshore’ merkezlerde faaliyet gösteren mali kurumların şeffaflığını artırma yönelik olarak alınan önlemler, ülkelerin vergi idareleri ve vergi sistemleri açısından önem arz ediyor.
Krizin getirdiği yüklerle her zamankinden daha hassas bir durumda olan kamu maliyesinin, vergi kaçaklarıyla mücadelesi önem kazanıyor. Kayıt dışı ekonomi çoğunlukla verimsiz çalışan küçük ölçekli firmalar veya eğitim seviyesi ve yetkinliği düşük çalışanların parçası olduğu bir olgu iken, vergi kaçağı, ‘ekonomik zorluklar’ dışındaki dürtülerle hareket eden zenginler tarafından da gerçekleştiriliyor. Hem ülkeler arası seviyede, hem de vergi idareleri ve vergi mükellefleri arasında sağlanacak işbirliği ile kamu açısından daha fazla gelir yaratılırken, mercek altındaki bireylerin ‘temize’ çıkmaları da sağlanabilecek.

ERGİN YILDIZOĞLU
Dün Dünle Birlikte Gitti...

Mali kriz gösterdi ki, “dün dünle birlikte gitti…” Peki ama yarın ne olacak? Bu soruya cevap verebilmek için kıyasıya (protesto gösterileri, mitingler ve grevler dahil...) tartışmak gerekiyor. Kimi“ekonomistlerin” dillerine doladığı“iyimserler-kötümserler” ikilemi, olup biteni anlamaya hiç yardımcı olmadığı gibi, tartışma olasılıklarını da sabote ediyor.

Aslında, bu insanları suçlamak da istemiyorum. Ne de olsa bir“travma” yaşıyorlar. “40 yıldır dünyayı anlamaya çalışırken dayandıkları, entelektüel yapıntı, birden bire çöktü” (MaestroGreenspan)... “Dünyaları yıkıldı…Yollarını bulmakta kullandıkları pusula yok oldu” (Merrill Lynch’in Moskova müdürü Bernie Sucher). Bu“travma”, neoliberal dönemin şekillendirdiği, histerili (daha çok kâr, daha çok getiri, daha çok haz, hemen şimdi) ve yoksulluktan, eşitsizlikten yakınan herkesi mızmızlanmayla suçlayan,benmerkezci (ve sociopath) kimliklerde depremler yaratıyor. Tek yol, “bastırmaya”, bir şey olmuyormuş gibi davranmaya devam etmek... İkincisi, bu insanların gözlerini kamaştıran yüzey biçimleri dünyasında (piyasada) “iyimserliği”destekleyecek kimi gelişmeler de yok değil…

Çıkıyor olabiliriz…
Hiçbir resesyon, hatta depresyon, birkaç yıldan fazla sürmüyor. Yaklaşık 18 ayı geride bıraktığımızı, bu arada piyasalara trilyonlarca dolarlık destek verildiğini, mali sektörde, sanayide büyük temizliklerin (iflaslar, birleşmeler, kurtarmalar, hızla artan işsizlik) yaşandığını düşünerek “çıkış belirtileri” beklemeye başlayabiliriz.

Bu bağlamda, ekonomi basınında, en azından “gerileme hızının gerilemeye başladığına” ilişkin gözlemlere rastlamak olanaklı. İkincisi; birkaç aydır, bir ekonomik toparlanmaya ilişkin ölçülebilir belirtiler görüyoruz. Örneğin Japonya’da sanayi üretiminin yüzde 5.6 artması, Hindistan’ın yılın ilk üç ayında büyüme hızının yüzde 5.8’e ulaşması, yorumculara göre resesyonun sonuna gelindiğini gösteriyor. İngiltere’de, borcunu ödeyemeyenlerin, evlerinden çıkarılanların sayısı hâlâ artmaya devam ediyor olsa da, nisan ve mayıs aylarında ev fiyatlarında yıllık düşüş hızı yüzde 15’ten yüzde 11’e geriledi; mayıs’ta nisana göre yüzde 1.2’lik bir artış gözlendi. Avro bölgesinde, “ekonomik beklenti indeksi” iki aydır artıyor. Borsalar da bu iyimserliğe cevap veriyor. Ekonomik toparlanma belirtileri var, ama BNP Paribas’nın haftalık raporunun işaret ettiği gibi, özellikle tüketici talebindeki, sanayi üretimindeki olağanüstü zayıflık varlığını koruyor. (Daily Economic Spotlight, 29/05)

Diğer taraftan, bu kadar çok istikrarsızlık, “zehirli varlık” yaratan mali sektörün denetime alınması, etkinliğinin, sanayi üretimine öncelik verecek biçimde sınırlanması, bu sırada dünya hasılasının yüzde 1000’ini aşan kredi köpüğünün (Financial Times, 21/05) tasfiye edilmesi gerektiği konusunda hemen herkes hemfikir. Ancak geçen 25 yılda ekonomik büyümenin yaslandığı tüketimin yakıtı finansal sektörden ve kredi köpüğünden geliyordu. Şimdi tüketimi, hatta üretimi ne destekleyecek?

Devletler mali krizi denetim altına almak için büyük mali yüklerin altına girdiler, parasal genişleme yarattılar. Bu mali yüklerin yönetilmesi ve tasfiyesiyle ekonomik toparlanmanın gereksinimleri nasıl bağdaştırılacak? Tüm bunlarla bağlantılı olarak, çevrede mal ihracatına (dış talebe), sermaye ithalatına (dış kredilere) dayalı, dünya ekonomisinin motoru ABD’de mal ve sermaye ithalatına dayalı modeller çöktü. Şimdi ekonomik büyüme hangi modele dayanacak?
Bu yıl için öngörülen yüzde eksi 2.6büyüme hızının gösterdiği gibi (dünya ekonomisinde yüzde 2.5 ’in altı resesyon olarak görülür) dünya ekonomisinde olağanüstü şiddettebir resesyon yaşanıyor. Financial Times’ta Gillian Tett’in (29/05) geçen hafta vurguladığı gibi bu çıkış zayıf ve kırılgan olacak, Prof.Roubini’ye göre, insanlığın büyük çoğunluğu uzun süre “çıktığımızın farkında olmayacak”.

…ama esas önemli olan bu değil
Ama bu kez farklı bir “olayla” karşı karşıya olmamız, resesyonun çok şiddetli yaşanıyor olmasıyla ilgili değil. Fark, bu kez resesyonla birlikte gündeme henüz ne yönde şekillenecekleri belirsiz yapısal değişikliklerin gelmiş olmasından kaynaklanıyor.

Listenin başında, iflas eden neoliberal modelin yerini alacak modelin, hatta“yeni ideoloji” ve ahlakın olası özellikleriyle, bu değişim sürecinin siyasi boyutlarıyla ilgili belirsizlikler var. Serbest piyasalı, bol kredili, hummalı tüketim günlerine dönemeyeceğimizi biliyoruz. Ama bundan ötesi belirsiz... Ekonomi basınının önde gelen kalemleri, analizlerinde, “iyimser-kötümser”ikilemine hiç prim vermeden, bu belirsizlikler üzerinde yoğunlaşıyorlar.

Financial Times’ın ekonomi editörüMartin Wolf’a göre “serbest piyasa modelinin hegemonyası artık geride kaldı. Bundan sonra ülkeler, modellerini kendi ulusal gereksinimlerine göre oluşturacaklar”. Bu da tabii ki küreselleşme denen olgunun geleceğini tehlikeye atıyor. Bu saptamalar, “devletin geri gelmesine” ilişkin yorumlarla da uyuşuyor. Ancak sorun şu ki devletlerin “geri gelişi”, şirket kurtarmalarından, devletleştirmelerin getirdiği mali yüklerden, ekonomik daralmanın getirdiği gelir kayıplarından dolayı, “devletin mali kriziyle” birlikte yaşanıyor. Dahası, devletler bu yeni döneme, bankalara yapılan mali transferlerden, krize giren emeklilik sistemlerinden, yönetici seçkinleri sarsan mali skandallardan, keskinleşen sınıf mücadelelerinden dolayı, meşruiyetlerini giderek zayıflatan dinamiklerle birlikte giriyorlar. Bu devletlerden, halk yararına, gelir dağılımını düzeltecek politikalar beklemek gerçekçi değil. Öyleyse AB süreci gibi projelerin, liberal demokrasi gibi rejimlerin geleceklerini belirsizleştiren eğilimler güçleniyor.

Mali sektörün sınırlanması, borç köpüğünün tasfiyesi, her devletin kendi ekonomik modelini geliştirme eğilimi, üretimi güçlendirme, ulusal ekonominin kapasitesini koruma, yeni talep bulma gereksinimiyle birleşince, enerji ama en önemlisi gıda ve su krizleri ortamında, The Economist’in“neocolonialism” (yeni sömürgecilik) dediği olguyu gündeme getiriyor.

Diğer bir deyişle, dünyanın çevre ülkelerinin piyasalarının, doğal kaynaklarının, dünyanın eski merkezleriyle, yeni yükselen merkez adaylarının arasında paylaşılması süreci hızlanıyor. Şimdilik paylaşım, verimli toprakların, madenlerin ve su kaynaklarının, yönetici elitlere verilen mali veya siyasi rüşvetlerin yardımıyla satın alınarak ele geçirilmesi (el konması), ikili ticaret anlaşmalarıyla piyasaların kapatılması, işçi haklarına kapalı ucuz üretim platformları oluşturulması yöntemleriyle ilerliyor. Ancak, bu sürecin daha şimdiden sıkışmaya başladığını, The Economist, The New York Times, Times Magazine gibi yayınların, sömürgeciliğin güçlenmesinden, özellikle yükselen güçlere göndermeyle yakınmaya başlamasından anıyoruz. Şimdilik ekonomik yolarla ilerleyen bu sürecin siyasi, hatta askeri yan etkilerinin nelere olacağını da henüz bilemiyoruz.

Tüm bunları hakkıyla konuşabilmek ve değişime hazırlanabilmek için“iyimser-kötümser” gibi içi boş kavramları terk edip gerçekle yüzleşmekten başka çare yok… Dün dünle birlikte GİTTİ!

Kara göründü
Yaman Törüner (Milliyet 01.06)
Daha önce tahmin ettiğimiz gibi, ABD ve Türkiye’de yaz sonunda kriz bitiyor. Avrupa’nın krizi ise, AB Merkez Bankası’nın yeterli likiditeyi verememesi nedeniyle, bir süre daha sürecek.
Krizde dibin göründüğü yönündeki göstergeler, şu delillere dayanıyor:
- Hammadde fiyatları yükselmeye başladı.
- Petrol ve altın fiyatları da yükseliyor.
- Küresel arz ve talep artıyor.
- Küresel ticaret büyümeye başladı.
- ABD’de, “stres testi” sonuçları beklenenden iyi çıktı.
- ABD’de, “Tüketici Güven Endeksi”  mart ayından beri yükseliyor.
- Hisse senedi fiyatları, mart ayından beri % 30 yükseldi.
- Gelişmekte olan borsalarda da endeksler yükseliyor.
- Uluslararası bankaların borç verme kriterleri yumuşamaya başladı.
Ancak, ülkelerin büyüme oranlarındaki pozitif yükseliş, 2010 yılında gerçekleşebilecek. Yani, dibi bulduk; yükseliyoruz ama tam düzelme vakit alacak. 2010 yılında IMF, Türkiye’nin % 1.5 büyüyeceğini öngörüyor.
AB Komisyonu’na göre ise, büyümemiz 2010’da % 2.2 olacak. Kısacası, Gayri Safi Milli Hasıla(GSMH)’mızdaki küçülme, bu yılla sınırlı kalacak.
Türkiye’de de kriz bitiyor
Türkiye de krizden çıkıyor:
- Sanayi üretimindeki düşüş bitti; üretim, yavaş da olsa artıyor.
- İhracat ve yabancı sermaye girişi artmıyor; ama, küresel krizin bitmesine bağlı olarak bu göstergeler de düzelecek.
- GSMH’mız eksiden artıya doğru yükselişe geçti. “- %12.3” değişimler seviyesinden, yıl sonunda, “+%1” değişim seviyesine geleceğiz.
- Cari İşlemler Açığı(CA), azalıyor. Geçen yıl ağustos ayında 49 milyar dolara ulaşan yıllık CA, bu yılın sonunda 8 milyar dolara gerileyecek.
- Türkiye’nin dışardan bulduğu kredilerin risk primi, “Ülke Notu”muza göre, çok iyi durumda. Diğer bazı gelişmekte olan ekonomilerden % 15’e varan risk pirimi istenirken, bizden istenilen sadece % 1.5.
- Diğer birçok gelişmekte olan ekonomide kur dalgalanmaları sürerken; bizde kur, istikrara kavuştu. Bu konuda, bizden iyi durumda sadece Arjantin ve Şili var.
- Borsalardaki belirsizlik ve aşırı dalgalanma konusunda da, en iyilerden birisiyiz. Polonya ve Çin borsaları bizden istikrarlı görünüyor ama Rusya, Brezilya, Hong Kong, Arjantin, Macaristan, Güney Afrika gibi borsalardan daha istikrarlı durumdayız.
- Merkez Bankamız, çok başarılı bir kriz yönetimi yaptı. Merkez Bankası’nın faiz indirimleri, 7.5 puanı buldu. Bu haliyle Banka, bu dönem için “dünya rekoru”nu eline geçirdi.
n Bütçe açığının artmasına rağmen, hâlâ “Faiz Dışı Bütçe Fazlası” verilmesi, Maliye’nin büyük başarısı. “Krize rağmen bütçe dengesini sürdürme” konusunda, Hindistan, Brezilya ve Fransa’dan sonra 4. iyi ülkeyiz. İngiltere, Almanya, ABD, Japonya, Çin, Kore, Rusya, Meksika, Arjantin gibi ülkeler, bizim gerimizde.



1 Haziran 2009 Pazartesi

MALİ GÜNDEM (01.06.2009)


MEVZUATTA GEÇEN HAFTA

  1. Büyük Mükellefler İçin Vergi Dairesinden Sonra Sosyal Güvenlik Merkezi de Kuruluyor:

SGK’nun 28.05.2009 tarih ve 2009/75 sayılı Genelgesinde; 399 adet Sosyal Güvenlik Merkezi, 39 adet Sağlık Sosyal Güvenlik Merkezi ve 3 adet Hukuk Sosyal Güvenlik Merkezi olmak üzere toplam 441 adet Sosyal Güvenlik Merkezi kurulmasına karar verildiği açıklanmıştır.
Ankara, İstanbul (Anadolu ve Avrupa yakasında ayrı ayrı olmak üzere) ve İzmir illerinde sosyal güvenlik merkezlerinden birer tanesinin,  50 ve üzerinde sigortalı çalıştıran işverenlerin sosyal sigorta işlemlerini yürütmek üzere   “Büyük İşverenler Sosyal Güvenlik Merkezi” olarak hizmet vermesine karar verilmiştir.


















VERGİDE TARTIŞILAN RİSKLER VE FIRSATLAR

  1. Serbest Bölgelerde Faaliyet Gösteren Tam Mükellef Şirketlerin Elde Ettikleri Kazancın Ortaklarına Dağıtımı % 15 Stopaja Tabidir:
Serbest Bölgeler Kanunu'na 5084 sayılı Kanunun 9'uncu maddesiyle eklenen ve 06/02/2004 tarihinde yürürlüğe giren  geçici 3'üncü maddesinde;
"Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla bu Kanuna göre kurulan serbest bölgelerde faaliyette bulunmak üzere ruhsat  almış mükelleflerin;
a) Bu bölgelerde gerçekleştirdikleri faaliyetleri dolayısıyla elde ettikleri kazançları, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih  itibarıyla faaliyet ruhsatlarında belirtilen süre ile sınırlı olmak üzere gelir veya kurumlar vergisinden müstesnadır. Bu  istisnanın 31/12/1960 tarihli ve 193 sayılı Gelir Vergisi Kanununun 94'üncü maddesinin birinci fıkrasının (6) numaralı  bendinin (b) alt bendi kapsamında yapılacak tevkifata etkisi yoktur” hükmü yer almaktadır.
94'üncü maddenin birinci fıkrasının (6) numaralı  bendinin (b) alt bendine göre; tam mükellef kurumların; tam mükellef gerçek kişilere, gelir ve kurumlar vergisi mükellefi olmayanlara veya bu vergilerden muaf olanlara, dar mükellef gerçek kişilere, dar mükellef kurumlara (Türkiye'de bir işyeri veya daimi temsilci aracılığıyla kâr payı elde edenler hariç) ve gelir ve kurumlar vergisinden muaf olan dar mükelleflere kar payı dağıtımında, %15  tevkifat yapılacaktır. Kâr payı ödeyen şirketin tam mükellef kurum olmaması halinde tevkifat yapılmayacaktır.
Dolayısıyla serbest bölgedeki faaliyetlerden elde edilen ve kurumlar vergisinden istisna edilen kazançların, kazancı elde eden tam mükellef kurumlar tarafından Türkiye'deki gerçek kişi ortaklara ya da yurtdışındaki gerçek ve tüzel kişi ortaklara dağıtılması halinde; dağıtılan tutar üzerinden Gelir Vergisi Kanunu'nun 94'üncü maddesinin "6/b" bendinin alt bentleri uyarınca %15 oranında tevkifat yapılacaktır.
Öte yandan Gelir Vergisi Kanununun geçici 62’nci maddesi uyarınca, 31.12.2002 veya daha önceki tarihlerde sona eren hesap dönemlerinde elde edilen, kurumlar vergisinden istisna edilmiş kazançların dağıtımı halinde stopaj yapılmayacağı için serbest bölgede elde edilen 2002 ve daha önceki yıl kazançlarının dağıtımı halinde stopaj yapılmayacaktır.

  1. Enflasyon Düzeltmesi Sonucunda Oluşan Kar Hesapları İle Sermaye Olumlu Fark Hesapları Kesinlikle Dağıtılmamalı veya Gelişigüzel Yok Edilmemelidir, Tasfiye Edilen veya Sermaye Azaltımı Yapan Şirketler Ortaklara Sermayelerini Dağıtırken Sermayelerine Eklenmiş Enflasyon Farkı Hesaplarının Bulunup Bulunmadığına Dikkat Etmelidir:
Vergi Usul Kanunumuza 2003 yılında giren ve 2003 ve 2004 yılı muhasebe hesaplarında uygulaması yapılan enflasyon düzeltmesi hükümlerine göre; pasif kalemlere ait enflasyon fark hesaplarının, herhangi bir suretle başka bir hesaba nakledilmesi veya işletmeden çekilmesi halinde, bu işlemlerin yapıldığı dönemlerin kazancı ile ilişkilendirilmeksizin, bu dönemde vergiye tâbi tutulacağı hüküm altına alınmış; öz sermaye kalemlerine ait enflasyon farklarının ise düzeltme sonucu oluşan geçmiş yıl zararlarına mahsup edilebileceği veya kurumlar vergisi mükelleflerince sermayeye ilave edilebileceği, bu işlemlerin kâr dağıtımı sayılmayacağı hükme bağlanmıştır.
24/03/2005 tarihli Vergi Usul Kanunu Sirküleri/17'nin; "Kâr Dağıtımı" başlıklı 19'uncu maddesinde;
“Vergi Usul Kanununun geçici 25'inci maddesinin (f) bendinde, 2003 yılı hesap dönemine ait beyannamede yer alan indirilemeyen geçmiş yıl malî zararları ile carî dönem malî zararlarının matrahın tespitinde mukayyet değerleri ile dikkate alınacağı belirtilmiştir.
2003 yılı hesap dönemine ait düzeltme öncesi geçmiş yıl ve/veya carî dönem ticari kârının bulunması ve bu tutardan 01/01/2004 tarihinden sonra kâr dağıtımı yapılmış olması halinde, kâr dağıtımı adı altında gerçekleştirilen bu neviden ödemeler, işletmeden çekilen değer olarak addedilmeyecek ancak, elde edenler açısından vergiye tâbi gelir olarak dikkate alınacaktır.
2003 yılı hesap dönemine ait düzeltme öncesi geçmiş yıl ve/veya carî dönem ticari zararının bulunması ve düzeltme sonrasında geçmiş yıl kârı oluşması halinde, söz konusu geçmiş yıl kârı vergiye tâbi tutulmayacak, herhangi bir suretle başka bir hesaba nakledildiği veya işletmeden çekildiği takdirde bu işlemlerin yapıldığı dönemlerin kazancı ile ilişkilendirilmeksizin bu dönemde vergiye tâbi olacaktır. Düzeltme sonucu bulunan geçmiş yıl kârının kurumlar vergisi mükelleflerince sermayeye ilave edilebilmesi mümkün olup, bu işlem kâr dağıtımı sayılmayacaktır." denilmiştir.
Buna göre, enflasyon düzeltmelerinden kaynaklanan farkların ortaklara dağıtılması durumunda, dönem kazancı ile ilişkilendirilmeksizin beyan edilerek vergilendirilmesi, ayrıca, Gelir Vergisi Kanununun 94'üncü maddesi ile Kurumlar Vergisi Kanununun 15 ve 30'uncu maddeleri uyarınca, tam mükellef kurumlar tarafından % 15 oranında vergi kesintisi yapılması gerekmektedir.
Gelir İdaresi tarafından verilen bir özelgede; daha önce sermayeye eklenmiş olan pasif kalemlere ait enflasyon fark hesaplarının, şirketin sermaye azaltımı yapması veya tasfiye edilmesi sebebiyle ortaklara dağıtılması halinde, işletmeden çekilen tutarların öncelikle kurumlar vergisine tabi tutulması, vergi sonrası dağıtılan kazancın da kar dağıtımına bağlı vergi kesintisine tabi tutulması gerektiği açıklanmıştır.






GEÇEN HAFTANIN EKONOMİ YORUMLARINDAN ALINTILAR



Hasan Ersel (Referans 25.05)
İhracata dayalı büyüme yolu daralırken Türkiye ne yapacak
Yeni kârlı alanlar
Peki ya önümüzdeki dönem? Yukarıda da belirttiğim üzere dünya ticareti hızla büyürken ve dünyada inanılmaz bir likidite fazlası varken, cari açık verebiliyorduk. Çünkü cari açığımızı finanse edebilecek gücü olan ve bize bu finansman olanağını bedeli karşılığı sağlamaktan çekinmeyen birileri vardı. Çekinememelerinin nedeni ise dünya finans çevrelerinin, artan dünya ticaretinin söz konusu olduğu koşullarda Türkiye'nin ana para ve faiz ödemesi için gerekli olanakları (başta döviz olmak üzere) bulabileceğini düşünmekte olmalarıydı. Dünya ticaret ortamı değişince, bu çevreler ellerinde finansman olanakları olsa bile aynı biçimde düşünmeye devam edecekler mi? Büyük bir olasılıkla hayır...
Bu durumda Türkiye'nin yapacağı bir şey yok mu? Bence var. Bir kere orta dönemde küresel ekonomideki ortaya çıkan ve önümüzdeki yıllarda ivme kazanacağı anlaşılan dönüşümü iyi algılamamız gerekiyor. Bu pek o kadar kolay bir şey değil. Örneğin ABD'de yürürlüğe konulan program özünde yenileşimi (innovation) özendirmeye büyük ağırlık veriyor. Başarılı olursa, pek çok yeni ürün ortaya çıkacak. Biz dahil dünyada yaygın bir biçimde üretilen pek çok malın (söz gelimi şimdiki otomobiller) üretimi ya da yaygın ticareti duracak. Peki bu hangi alanlarda olacak? Hangi yeni, kârlı alanlar, ortaya çıkacak? Dünyada yeni iş bölümünde Türkiye'ye hangi alanlar açık olacak? Bu sorulara yanıtlar ürettiğimizde sanayimizin bu yeni dünyanın koşullarında başarılı bir biçimde yaşamını sürdürebilmesi için gerekli dönüşüm yönünde hamle yapılması gündeme gelecek. Bu da, bizlere olduğu kadar, dış dünyaya da anlatılabilecek ve güven verebilecek yeni bir sanayi politikasını yürürlüğe koymak demek. Böyle bir politikanın ciddiye alınabilmesi için iç tasarruf oranımızı nasıl artırabileceğimizi de belirlememiz gerekecek. Dış tasarrufları, kendi gelişme amaçları için etkin bir biçimde kullanmış olan gelişmekte olan ekonomilerin ortak bir özelliği var: O da iç tasarruf oranlarının yüksek olması.
İç talebi yükseltmek hedefiyle bu çelişiyor mu? Hayır. İç talebin düşük olması ile iç tüketimin düşük olması aynı şey değildir. Yatırımı artırarak da iç talep yükseltilebilir. Üstelik, bazı koşularda iç talebi artırırken bir süre için kişi başına iç tüketimi düşürmek, zaman içinde toplumu orta/uzun dönemde adam başına daha yüksek tüketim düzeyine kavuşturabilir. Bunu topluma anlatmak siyasal beceri ister. Bu doğru... Ama bu yolda başarı elde edildiğinde, dış tasarruf temin etme şansı artabileceği için, gerekli iç tasarruf oranı da aşırı yükselmeyeceği de gösterilebilir.


Yıllar
Dünya ve Hizmet
Ticaretindeki
Yıllık Değişme (%)
2003
4,9
2004
10,4
2005
7,5
2006
9,2
2007
7,2
2008
3,3
2009
-11.0 (Öngörü)
2010
0,6 (Öngörü)
Kaynak: IMF World Economic Outlook, çeşitli yıllar


Vergi indirimleri işe yaradı mı?
Mahfi Eğilmez (Radikal 28.05)
Krizi hafifletmekte ve ekonomiyi canlandırmakta kredilerle ilgili düzenlemelerin bir yararı olmayacağını düşünüyorum. Çünkü kriz döneminde kimse yatırım ya da üretim yapmak için kredi almaz. Kamu harcamalarının artırılmasının da sakıncalı olduğu kanısındayım. Çünkü ileride durum değişip de enflasyonist baskılar ortaya çıkmaya başlayınca bu harcamalar eski haline getirilemez. Maaşlar bir kez artırıldığında bir daha düşürülemez, kamu yatırımlarına bir kez başlandığında durdurulamaz. Oysa vergi indirimleri talep artışı sağlar ve tüketimden başlayarak üretime ve istihdama uzanan bir dizi faaliyeti etkiler.
Üstelik ileride talep canlanıp da enflasyonist eğilimler ortaya çıkarsa bunları önlemek için kademeli olarak vergi oranları artırılır ve bu yolla enflasyonist eğilimler dizginlenebilir. 
Merkez Bankası uzmanı Ercan Türkan’ın ‘Son vergi düzenlemeleri ile ortaya çıkan fiyat indirimleri tüketiciye yansıtıldı mı?’ başlığını taşıyan çalışması son dönemde çok tartışılan bir konuya aydınlık getiriyor. Türkan’ın vurguladığı gibi krizle ilgili olarak yapılan vergi düzenlemeleri üç ana başlıkta toplanıyor: (1) Yatırım olarak sınıflandırılan gayrimenkul ve iş makinalarının alım maliyetinin düşürülmesine yönelik vergi indirimleri. (2) Hanehalkının otomobil, mobilya, beyaz eşya ve bilişim ürünleri gibi bazı dayanıklı tüketim mallarına olan talebinin canlandırılmasına yönelik vergi indirimleri ve (3) Tüketimin finansmanının ucuzlatılması için yapılan vergi indirimleri.
İnceleme sonuçlarına göre mart ve nisan ayları itibariyle vergi indirimlerinin tüketiciye yansıması oldukça yüksek oranlara ulaşmış. Vergi indirimi oranları otomobilde yüzde 80, beyaz eşya ve ev aletlerinde yüzde 100, görsel işitsel ekipmanda yüzde 30, mobilyada yüzde 112 ve bilgisayar ve bilişim araçlarında yüzde 140 oranında tüketiciye yansıtılmış. Vergi indirimleri mobilya, bilgisayar ve bilişim araçları alanlarında diğer indirim
kampanyalarıyla birleşerek vergi indiriminden daha yüksek indirimlere yol açmıştır.
İstanbul Vergi Denetmenleri’nin yaptığı bir araştırma vergi indirimlerinin otomotiv sektörüne etkisinin oldukça fazla olduğunu ortaya koyuyor. Araştırma çerçevesinde 13 otomobil markası üzerinden yapılan bir değerlendirmeye göre indirimlerin söz konusu olmadığı 1 ile 15 Mart tarihleri arasında 2846 adet taşıt satışı gerçekleştiği, buna karşılık indirimlerin yürürlükte olduğu 16 ile 31 Mart arasında 9445 adet taşıt satıldığı ortaya çıkıyor. Aynı araştırmaya göre bu taşıtlar üzerinden sağlanan toplam vergi hâsılatı da vergi indirimine karşın satış miktarı arttığı için büyük artış göstermiş görünüyor.
1 Nisan ile 16 Nisan arasındaki satışlar vergi indirimli dönemin ilk 15 gününe göre bir düşüş göstermiş görünse de (6048 adet) vergi indirimsiz döneme göre iki mislinden fazla artış sergiliyor.   
Bu araştırmaların bize gösterdiği en önemli sonuç yapılan vergi indirimlerinin tüketiciye ve dolayısıyla önemli oranda talep artışına yansıdığı konusudur. Bu iki araştırma baştan beri savunduğum konuyu doğrulamıştır. Hatırlarsanız talebin canlandırılmasının harcama artışlarıyla ya da kredilerin ucuzlatılması ve yaygınlaştırılmasıyla değil asıl olarak vergi indirimleriyle gerçekleştirilebileceğini savunmuştum. Söylediğim bir başka şey de canlandırma etkisinin yüksek olabilmesi için vergi indirimlerinin dolaylı vergilerle sınırlı tutulmakla birlikte daha yaygın bir alanı kapsamasının doğru olacağı idi. Yani eğer bütçe açığı verecek ve bunu borçlanarak finanse edeceksek açığı vergi indirimleri yoluyla yapmamızın ekonominin canlanmasına çok daha fazla katkı yapacağını anlatmaya çalışmıştım.     
Vergi indirimleri sınırlı sayıda mal için yapıldığından canlandırıcı etkisini tam olarak gösteremedi. Önümüzdeki dönemde indirimleri kademeli olarak yükseltmek, buna karşılık uygulamayı daha yaygın hale getirmek en doğru seçenek olarak görünüyor.


Piyasalardaki hareket iyileşme umudu mu
Şevket Sürek (Referans 28.05)
23 Nisan 2009 günü bu köşede yazdığım yazıda, "Kriz mi sakinleşti, yoksa biz mi alıştık" diye sorgulamış ve kriz sakinleştiyse "Ne âlâ", biz alıştıysak "Çok fena" yorumunda bulunmuştum.
Yazımın yayın tarihinden bu yana 35 gün geçti.
Piyasalardaki hareket o günlere göre daha da hallice,
istatistiki veriler biraz moral verir nitelikte.
Yüzlerde endişeyle karışık da olsa, bir gülümseme var.
19 Mayıs tarihli Referans'ta Şebnem Turhan'ın "Makro ekonomide mikro umutlar" başlıklı haberine göre işçi çıkarmalar yavaşlamış, hatta işe alınmalarda artışlar söz konusu.
Kapasite kullanımlarında büyük oranlarda olmasa da toparlanma var.
Tüketici güven endeksi 8 puan, reel kesim güven endeksi ise 11.8 puan yükselmiş.
İç satışlar, biraz kıpırdamış.
Stoklar azalmış.
Ayrıca, yine aynı günkü Referans'ta "özel sektörün dış borçları geriledi" haberi var.
Habere göre reel sektörün 2009 dış borçları yüzde 4.8 gerilemiş.
Demek ki, reel sektör borçlarını bankaların üzerine yıkmayarak kendi imkânlarıyla ödeyebilmiş.
Reel sektörün de bankaların da korktukları bu durum bankalara derin bir nefes aldırmış olabilir.
Reel sektör kredilerine tavır koyan bankalar bu olumlu gelişmeyi dikkate almalıdırlar.
Bu iyi haberlere ben de katkıda bulunayım.
Özellikle tekstil, hazırgiyim ve konfeksiyon sektöründe iyi şeyler oluyor.
Ayakta kalabilenlerin kapasite kullanım oranları arttı.
İhracat bağlantılarında bir hareket olmalı ki, ihracat düşme oranları gerileme eğiliminde.
Henüz artılı oranlara uzak olsalar da düşme oranlarında iyileşmeler görülüyor.
Beklentim, haziran ayı verilerinin daha iyi olacağı şeklinde.
Hareketin verdiği sinerji ile bazı hammaddeler "yok" satıyor.
Bu noktada arz-talep kuralı devreye giriyor ve düşen hammadde fiyatları tekrar yükseliyor.
Fiyatların artmasına, ödemelerin peşine dönmesine rağmen hammaddeye olan talep canlı.
Uzun süredir yatan iplik fabrikaları tam kapasiteye çıktılar.
Bazı iplik fabrikalarında yatırım çabaları var.
Eski borçları biten bazı fabrikalar yeni yatırımlar için projeler hazırlıyorlar.
Piyasa hareketleri sadece tekstil sektörü ile de sınırlı değil, birçok sektörde de benzer hareketler var.
Şimdilik, güzel hareketler bunlar...
Tabii bu gelişmelere bakıp da "Dip göründü" şeklinde ahkâm kesenler veya "Bakın 'Teğet geçecek' dedim, işte teğet geçti" şeklinde kendine pay çıkaranlar olabilir.
"Dip göründü mü" şeklinde soranlara, "Dibi görmek şart mıdır" sorusunu yöneltmek, "teğet" muhabbeti yapanların ise "teğet geçerken zarar da verecek" türündeki fizik ve geometri özürlü yorumlarına gülerim.
Ayrıca,
"Kapsamlı bir hasar tespiti yapmadan bu sorulara cevap aramayın, hasar tespiti yapıldığında yıkımın ne kadar vahim olduğunu görün, "Dip midir, teğet midir o zaman konuşun" derim.
Evet, piyasalarda yukarıda yazdığım şekilde gözle görülür bir hareket vardır.
Vardır ama öncesindeki yıkım da "vahim" dozundadır.
O zaman tekrar soralım:
Geometrik teğet geçişin fiziken yıktıkları nasıl ayağa kaldırılacaktır?
Piyasalarda hissedilen bu hareket geçici midir?
Devamlı mıdır?
Devamlı değil de geçici ise bu hareketi devamlı kılacak formülleri nelerdir?
Öyle ya!
"Dibe vurduk yükseliyoruz, teğet geçtik yola devam" diyenler...
Verebiliyorlarsa önce bu dört soruma cevap versinler.
Sonrasını bir başka yazımda söyleşiriz.
Yazımın başlığındaki "Piyasalardaki hareket iyileşme umudu mudur" sorusuna, ben 23 Nisan'da sorduğum soru ile cevap vereyim: "Kriz mi sakinleşti" yoksa "Biz mi alıştık?"
Piyasalardaki olumlu hareketlere rağmen bu soruya kesin cevap verebilmek için henüz erken.
İşin zor yanı da burası.


İktisatçılar nerede anlaşıyor, nerede ayrılıyor
28.05.2009 | Seyfettin Gürsel | Yorum
Ali Babacan ayağının tozuyla iktisatçı köşe yazarlarını yine bir araya getirdi. Hazine Müsteşarı, Merkez Bankası Başkanı da toplantıya katıldı. Ama ne bakan ne de ekonomi yönetimi görüş beyan etmediler. İktisatçıları dinlediler. "Her kafadan bir ses çıkmıştır" diye düşünüyor olabilirsiniz. İktisatçı fıkraları düşünüldüğünde haksız sayılmazsınız. Ama toplantıdan benim beklentilerimi de aşan bir oydaşmanın (konsensusun) temayüz ettiğini belirtmeyim. Elbette iktisat politikalarının dozajında ve zamanlamasında bazı nüans farkları var, ama işin özünde geniş bir görüş birliği olduğunu düşünüyorum.
İlk turda Dünya krizi konuşuldu. Nasıl çıktı, neden çıktı konularını geçelim. Üzerinde anlaşılan temel üç nokta söz konusu:
1) Temel dengesizlikler olduğu yerde duruyor. ABD'den yine çok tüketmesi bekleniyor. Çin dış fazla vermeye ve rezerv biriktirmeye devam ediyor. Dolara dayanan uluslararası para sistemi ne zaman reforme edilir belli değil. Uluslararası finans sistemi kolay kolay rehabilite edilemeyecek.
2) Bu koşullarda eski bol likiditeli günler geri gelmeyecek. Dengesizlikler nedeniyle Dünya ekonomisi dalgalı bir seyir izleyecek.
3) Bundan böyle dünya ekonomisi ve dünya ticareti düşük büyüme oranlarına mahkûm.
Dünya ekonomisinin kriz sonrası Türkiye'nin işini zorlaştırıyor. 2009 kayıp yıl. 2010'dan itibaren yüzde 5-6 büyümeye ihtiyaç var. Bu büyümeye patlama yapan işsizliği adım adım geriletmek için de ihtiyaç var. İyimser bir tahminle yüzde 5-6 büyüme gelecek yıl baz etkisiyle (2009'daki aşırı küçülmenin üzerine) yakalansa bile, orta vadede garanti değil. Çünkü iç talebe ve çoğunlukla dış kredi ile finanse edilen yüksek cari açığa dayanan büyümeye geri dönüş artık mümkün değil. Mutlaka ihracata dayalı yeni bir büyüme modeline ihtiyaç var.
Böyle bir büyüme modeli önce tasarlanmak, sonra da 2009'dan itibaren adım adım uygulanmak zorunda. Kriz bir bakıma yeni büyüme modeline geçişi kolaylaştıran bir zemin yarattı. Türk Lirası aşırı değerli olmaktan çıktı. Rekabet gücü var. Piyasa reel faizi yüzde 5 civarında. Hiç bu kadar düşük olmamıştı. Küresel deflasyon ve durgunluk enflasyonu hedeflerin altına indirdi. TCMB'nin eli rahat.
Bu zeminin korunması gerekiyor. Nasıl? Birinci sorun bu. Ama yetmez. Aynı zamanda makro zeminin sanayinin rekabet gücünü artıracak yapısal reformlarla desteklenmesi gerekiyor. Mevcut reel faiz, reel kur ve enflasyon düzeylerinin korunabilmesi para ve maliye politikalarının çok etkin bir karışımını gerektiriyor ve bu hiç de kolay değil. Bu noktada görüş ayrılıkları var. Ama önce ortak görüşü özetleyelim. İktisatçılar orta vadede maliye politikasının sıkılaştırılarak 2009'da orta çıkan zorunlu açılmanın kontrol altına alınmasını savunuyor. Dolayısıyla sağlam bir orta vadeli mali programının şart ve acil olduğu konusunda görüş birliği var.
Ancak kimi meslektaşlar maliye politikasında gevşemede ipin ucunun şimdiden kaçmak üzere olduğunu savunuyor. Bir an önce gerçekçi bir 2009 bütçesi yapmak ve nasıl finanse edileceğini ortaya koymak gerekiyor. Benim son tahminim bu yıl küçülmenin yüzde 6'yı bulacağı şeklinde. Bu koşullarda bütçe açığı 70 milyara, açık oranı da yüzde 6'ya dayanır. Kriz koşullarında bu o kadar vahim değil. Ancak nasıl finanse edileceği ve sonra nasıl toparlanacağı önemli. Tümüyle içerden finanse edemezsiniz. Faizler artar. Tümüyle TCMB'ye dolaylı olarak finanse ettiremezsiniz. Beklentiler (enflasyon, kur, faiz) bozulur. Ama para politikası sınırlı ve ölçülü miktar genişlemesi ile destek olabilir. Son tahlilde açığın önemli kısmını dış tasarrufla karışlamak zorundasınız.
IMF tartışması da bu nokta da gündeme geliyor. Çoğunluk IMF anlaşmasından yana. Çünkü anlaşmanın makro zemini korumayı kolaylaştıracağını düşünüyor. IMF ile anlaşma yapılmayacaksa da, belirsizlik bir an önce ortadan kaldırılmalı ve güçlü bir mali program ile yapısal reform paketi ortaya konulmalı. Zor reformlar gündemde. İşgücü piyasası başta olmak üzere.