MEVZUATTA GEÇEN HAFTA
- Büyük
Mükellefler İçin Vergi Dairesinden Sonra Sosyal Güvenlik Merkezi de
Kuruluyor:
SGK’nun
28.05.2009 tarih ve 2009/75 sayılı Genelgesinde; 399 adet Sosyal Güvenlik
Merkezi, 39 adet Sağlık Sosyal Güvenlik Merkezi ve 3 adet Hukuk Sosyal Güvenlik
Merkezi olmak üzere toplam 441 adet Sosyal Güvenlik Merkezi kurulmasına karar
verildiği açıklanmıştır.
Ankara,
İstanbul (Anadolu ve Avrupa yakasında ayrı ayrı olmak üzere) ve İzmir illerinde
sosyal güvenlik merkezlerinden birer tanesinin,
50 ve üzerinde sigortalı
çalıştıran işverenlerin sosyal sigorta işlemlerini yürütmek üzere “Büyük İşverenler Sosyal Güvenlik Merkezi”
olarak hizmet vermesine karar verilmiştir.
VERGİDE
TARTIŞILAN RİSKLER VE FIRSATLAR
- Serbest Bölgelerde Faaliyet
Gösteren Tam Mükellef Şirketlerin Elde Ettikleri Kazancın Ortaklarına
Dağıtımı % 15 Stopaja Tabidir:
Serbest
Bölgeler Kanunu'na 5084 sayılı Kanunun 9'uncu maddesiyle eklenen ve 06/02/2004
tarihinde yürürlüğe giren geçici 3'üncü maddesinde;
"Bu
maddenin yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla bu Kanuna göre kurulan serbest
bölgelerde faaliyette bulunmak üzere ruhsat almış mükelleflerin;
a) Bu
bölgelerde gerçekleştirdikleri faaliyetleri dolayısıyla elde ettikleri
kazançları, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla faaliyet
ruhsatlarında belirtilen süre ile sınırlı olmak üzere gelir veya kurumlar
vergisinden müstesnadır. Bu istisnanın 31/12/1960 tarihli ve 193 sayılı
Gelir Vergisi Kanununun 94'üncü maddesinin birinci fıkrasının (6) numaralı
bendinin (b) alt bendi kapsamında yapılacak tevkifata etkisi yoktur”
hükmü yer almaktadır.
94'üncü
maddenin birinci fıkrasının (6) numaralı bendinin (b) alt bendine göre; tam mükellef kurumların; tam mükellef
gerçek kişilere, gelir ve kurumlar vergisi mükellefi olmayanlara veya bu
vergilerden muaf olanlara, dar mükellef gerçek kişilere, dar mükellef kurumlara
(Türkiye'de bir işyeri veya daimi temsilci aracılığıyla kâr payı elde edenler
hariç) ve gelir ve kurumlar vergisinden muaf olan dar mükelleflere kar payı dağıtımında,
%15 tevkifat yapılacaktır. Kâr payı
ödeyen şirketin tam mükellef kurum olmaması halinde tevkifat yapılmayacaktır.
Dolayısıyla
serbest bölgedeki faaliyetlerden elde edilen ve kurumlar vergisinden istisna
edilen kazançların, kazancı elde eden tam mükellef kurumlar tarafından
Türkiye'deki gerçek kişi ortaklara ya da yurtdışındaki gerçek ve tüzel kişi
ortaklara dağıtılması halinde; dağıtılan tutar üzerinden Gelir Vergisi
Kanunu'nun 94'üncü maddesinin "6/b" bendinin alt bentleri uyarınca
%15 oranında tevkifat yapılacaktır.
Öte
yandan Gelir Vergisi Kanununun geçici 62’nci maddesi uyarınca, 31.12.2002 veya
daha önceki tarihlerde sona eren hesap dönemlerinde elde edilen, kurumlar
vergisinden istisna edilmiş kazançların dağıtımı halinde stopaj yapılmayacağı
için serbest bölgede elde edilen 2002 ve daha önceki yıl kazançlarının dağıtımı
halinde stopaj yapılmayacaktır.
- Enflasyon Düzeltmesi Sonucunda
Oluşan Kar Hesapları İle Sermaye Olumlu Fark Hesapları Kesinlikle
Dağıtılmamalı veya Gelişigüzel Yok Edilmemelidir, Tasfiye Edilen veya
Sermaye Azaltımı Yapan Şirketler Ortaklara Sermayelerini Dağıtırken
Sermayelerine Eklenmiş Enflasyon Farkı Hesaplarının Bulunup Bulunmadığına
Dikkat Etmelidir:
Vergi
Usul Kanunumuza 2003 yılında giren ve 2003 ve 2004 yılı muhasebe hesaplarında
uygulaması yapılan enflasyon düzeltmesi hükümlerine göre; pasif kalemlere ait enflasyon fark hesaplarının, herhangi bir suretle
başka bir hesaba nakledilmesi veya işletmeden çekilmesi halinde, bu
işlemlerin yapıldığı dönemlerin kazancı ile ilişkilendirilmeksizin, bu dönemde vergiye tâbi tutulacağı hüküm altına
alınmış; öz sermaye kalemlerine ait
enflasyon farklarının ise düzeltme sonucu oluşan geçmiş yıl zararlarına mahsup
edilebileceği veya kurumlar vergisi mükelleflerince sermayeye ilave
edilebileceği, bu işlemlerin kâr dağıtımı sayılmayacağı hükme bağlanmıştır.
24/03/2005
tarihli Vergi Usul Kanunu Sirküleri/17'nin; "Kâr Dağıtımı"
başlıklı 19'uncu maddesinde;
“Vergi
Usul Kanununun geçici 25'inci maddesinin (f) bendinde, 2003 yılı hesap dönemine
ait beyannamede yer alan indirilemeyen geçmiş yıl malî zararları ile carî dönem
malî zararlarının matrahın tespitinde mukayyet değerleri ile dikkate alınacağı
belirtilmiştir.
2003
yılı hesap dönemine ait düzeltme öncesi geçmiş yıl ve/veya carî dönem ticari
kârının bulunması ve bu tutardan 01/01/2004 tarihinden sonra kâr dağıtımı
yapılmış olması halinde, kâr dağıtımı adı altında gerçekleştirilen bu neviden
ödemeler, işletmeden çekilen değer olarak addedilmeyecek ancak, elde edenler
açısından vergiye tâbi gelir olarak dikkate alınacaktır.
2003
yılı hesap dönemine ait düzeltme öncesi geçmiş yıl ve/veya carî dönem ticari
zararının bulunması ve düzeltme sonrasında geçmiş yıl kârı oluşması halinde,
söz konusu geçmiş yıl kârı vergiye tâbi tutulmayacak, herhangi bir suretle
başka bir hesaba nakledildiği veya işletmeden çekildiği takdirde bu işlemlerin
yapıldığı dönemlerin kazancı ile ilişkilendirilmeksizin bu dönemde vergiye tâbi
olacaktır. Düzeltme sonucu bulunan geçmiş yıl kârının kurumlar vergisi mükelleflerince
sermayeye ilave edilebilmesi mümkün olup, bu işlem kâr dağıtımı
sayılmayacaktır." denilmiştir.
Buna
göre, enflasyon düzeltmelerinden kaynaklanan farkların ortaklara dağıtılması
durumunda, dönem kazancı ile ilişkilendirilmeksizin beyan edilerek vergilendirilmesi,
ayrıca, Gelir Vergisi Kanununun 94'üncü maddesi ile Kurumlar Vergisi Kanununun
15 ve 30'uncu maddeleri uyarınca, tam mükellef kurumlar tarafından % 15 oranında
vergi kesintisi yapılması gerekmektedir.
Gelir
İdaresi tarafından verilen bir özelgede; daha önce sermayeye eklenmiş olan
pasif kalemlere ait enflasyon fark hesaplarının, şirketin sermaye azaltımı yapması veya tasfiye edilmesi sebebiyle
ortaklara dağıtılması halinde, işletmeden çekilen tutarların öncelikle
kurumlar vergisine tabi tutulması, vergi sonrası dağıtılan kazancın da kar
dağıtımına bağlı vergi kesintisine tabi tutulması gerektiği açıklanmıştır.
GEÇEN
HAFTANIN EKONOMİ YORUMLARINDAN ALINTILAR
Hasan Ersel (Referans
25.05)
İhracata
dayalı büyüme yolu daralırken Türkiye ne yapacak
Yeni
kârlı alanlar
Peki
ya önümüzdeki dönem? Yukarıda da belirttiğim üzere dünya ticareti hızla
büyürken ve dünyada inanılmaz bir likidite fazlası varken, cari açık
verebiliyorduk. Çünkü cari açığımızı finanse edebilecek gücü olan ve bize bu
finansman olanağını bedeli karşılığı sağlamaktan çekinmeyen birileri vardı.
Çekinememelerinin nedeni ise dünya finans çevrelerinin, artan dünya ticaretinin
söz konusu olduğu koşullarda Türkiye'nin ana para ve faiz ödemesi için gerekli
olanakları (başta döviz olmak üzere) bulabileceğini düşünmekte olmalarıydı.
Dünya ticaret ortamı değişince, bu çevreler ellerinde finansman olanakları olsa
bile aynı biçimde düşünmeye devam edecekler mi? Büyük bir olasılıkla hayır...
Bu
durumda Türkiye'nin yapacağı bir şey yok mu? Bence var. Bir kere orta dönemde
küresel ekonomideki ortaya çıkan ve önümüzdeki yıllarda ivme kazanacağı
anlaşılan dönüşümü iyi algılamamız gerekiyor. Bu pek o kadar kolay bir şey
değil. Örneğin ABD'de yürürlüğe konulan program özünde yenileşimi (innovation) özendirmeye
büyük ağırlık veriyor. Başarılı olursa, pek çok yeni ürün ortaya çıkacak. Biz
dahil dünyada yaygın bir biçimde üretilen pek çok malın (söz gelimi şimdiki
otomobiller) üretimi ya da yaygın ticareti duracak. Peki bu hangi alanlarda
olacak? Hangi yeni, kârlı alanlar, ortaya çıkacak? Dünyada yeni iş bölümünde
Türkiye'ye hangi alanlar açık olacak? Bu sorulara yanıtlar ürettiğimizde
sanayimizin bu yeni dünyanın koşullarında başarılı bir biçimde yaşamını
sürdürebilmesi için gerekli dönüşüm yönünde hamle yapılması gündeme gelecek. Bu
da, bizlere olduğu kadar, dış dünyaya da anlatılabilecek ve güven verebilecek
yeni bir sanayi politikasını yürürlüğe koymak demek. Böyle bir politikanın
ciddiye alınabilmesi için iç tasarruf oranımızı nasıl artırabileceğimizi de
belirlememiz gerekecek. Dış tasarrufları, kendi gelişme amaçları için etkin bir
biçimde kullanmış olan gelişmekte olan ekonomilerin ortak bir özelliği var: O
da iç tasarruf oranlarının yüksek olması.
İç
talebi yükseltmek hedefiyle bu çelişiyor mu? Hayır. İç talebin düşük olması ile
iç tüketimin düşük olması aynı şey değildir. Yatırımı artırarak da iç talep
yükseltilebilir. Üstelik, bazı koşularda iç talebi artırırken bir süre için
kişi başına iç tüketimi düşürmek, zaman içinde toplumu orta/uzun dönemde adam
başına daha yüksek tüketim düzeyine kavuşturabilir. Bunu topluma anlatmak
siyasal beceri ister. Bu doğru... Ama bu yolda başarı elde edildiğinde, dış
tasarruf temin etme şansı artabileceği için, gerekli iç tasarruf oranı da aşırı
yükselmeyeceği de gösterilebilir.
Yıllar
|
Dünya ve Hizmet
Ticaretindeki
Yıllık Değişme (%)
|
2003
|
4,9
|
2004
|
10,4
|
2005
|
7,5
|
2006
|
9,2
|
2007
|
7,2
|
2008
|
3,3
|
2009
|
-11.0
(Öngörü)
|
2010
|
0,6
(Öngörü)
|
Kaynak: IMF World Economic Outlook, çeşitli yıllar
|
Vergi
indirimleri işe yaradı mı?
Mahfi Eğilmez (Radikal
28.05)
Krizi
hafifletmekte ve ekonomiyi canlandırmakta kredilerle ilgili düzenlemelerin bir
yararı olmayacağını düşünüyorum. Çünkü kriz döneminde kimse yatırım ya da
üretim yapmak için kredi almaz. Kamu harcamalarının artırılmasının da sakıncalı
olduğu kanısındayım. Çünkü ileride durum değişip de enflasyonist baskılar
ortaya çıkmaya başlayınca bu harcamalar eski haline getirilemez. Maaşlar bir
kez artırıldığında bir daha düşürülemez, kamu yatırımlarına bir kez
başlandığında durdurulamaz. Oysa vergi indirimleri talep artışı sağlar ve
tüketimden başlayarak üretime ve istihdama uzanan bir dizi faaliyeti etkiler.
Üstelik ileride talep canlanıp da enflasyonist eğilimler ortaya çıkarsa bunları önlemek için kademeli olarak vergi oranları artırılır ve bu yolla enflasyonist eğilimler dizginlenebilir.
Merkez Bankası uzmanı Ercan Türkan’ın ‘Son vergi düzenlemeleri ile ortaya çıkan fiyat indirimleri tüketiciye yansıtıldı mı?’ başlığını taşıyan çalışması son dönemde çok tartışılan bir konuya aydınlık getiriyor. Türkan’ın vurguladığı gibi krizle ilgili olarak yapılan vergi düzenlemeleri üç ana başlıkta toplanıyor: (1) Yatırım olarak sınıflandırılan gayrimenkul ve iş makinalarının alım maliyetinin düşürülmesine yönelik vergi indirimleri. (2) Hanehalkının otomobil, mobilya, beyaz eşya ve bilişim ürünleri gibi bazı dayanıklı tüketim mallarına olan talebinin canlandırılmasına yönelik vergi indirimleri ve (3) Tüketimin finansmanının ucuzlatılması için yapılan vergi indirimleri.
İnceleme sonuçlarına göre mart ve nisan ayları itibariyle vergi indirimlerinin tüketiciye yansıması oldukça yüksek oranlara ulaşmış. Vergi indirimi oranları otomobilde yüzde 80, beyaz eşya ve ev aletlerinde yüzde 100, görsel işitsel ekipmanda yüzde 30, mobilyada yüzde 112 ve bilgisayar ve bilişim araçlarında yüzde 140 oranında tüketiciye yansıtılmış. Vergi indirimleri mobilya, bilgisayar ve bilişim araçları alanlarında diğer indirim
kampanyalarıyla birleşerek vergi indiriminden daha yüksek indirimlere yol açmıştır.
İstanbul Vergi Denetmenleri’nin yaptığı bir araştırma vergi indirimlerinin otomotiv sektörüne etkisinin oldukça fazla olduğunu ortaya koyuyor. Araştırma çerçevesinde 13 otomobil markası üzerinden yapılan bir değerlendirmeye göre indirimlerin söz konusu olmadığı 1 ile 15 Mart tarihleri arasında 2846 adet taşıt satışı gerçekleştiği, buna karşılık indirimlerin yürürlükte olduğu 16 ile 31 Mart arasında 9445 adet taşıt satıldığı ortaya çıkıyor. Aynı araştırmaya göre bu taşıtlar üzerinden sağlanan toplam vergi hâsılatı da vergi indirimine karşın satış miktarı arttığı için büyük artış göstermiş görünüyor.
1 Nisan ile 16 Nisan arasındaki satışlar vergi indirimli dönemin ilk 15 gününe göre bir düşüş göstermiş görünse de (6048 adet) vergi indirimsiz döneme göre iki mislinden fazla artış sergiliyor.
Bu araştırmaların bize gösterdiği en önemli sonuç yapılan vergi indirimlerinin tüketiciye ve dolayısıyla önemli oranda talep artışına yansıdığı konusudur. Bu iki araştırma baştan beri savunduğum konuyu doğrulamıştır. Hatırlarsanız talebin canlandırılmasının harcama artışlarıyla ya da kredilerin ucuzlatılması ve yaygınlaştırılmasıyla değil asıl olarak vergi indirimleriyle gerçekleştirilebileceğini savunmuştum. Söylediğim bir başka şey de canlandırma etkisinin yüksek olabilmesi için vergi indirimlerinin dolaylı vergilerle sınırlı tutulmakla birlikte daha yaygın bir alanı kapsamasının doğru olacağı idi. Yani eğer bütçe açığı verecek ve bunu borçlanarak finanse edeceksek açığı vergi indirimleri yoluyla yapmamızın ekonominin canlanmasına çok daha fazla katkı yapacağını anlatmaya çalışmıştım.
Vergi indirimleri sınırlı sayıda mal için yapıldığından canlandırıcı etkisini tam olarak gösteremedi. Önümüzdeki dönemde indirimleri kademeli olarak yükseltmek, buna karşılık uygulamayı daha yaygın hale getirmek en doğru seçenek olarak görünüyor.
Üstelik ileride talep canlanıp da enflasyonist eğilimler ortaya çıkarsa bunları önlemek için kademeli olarak vergi oranları artırılır ve bu yolla enflasyonist eğilimler dizginlenebilir.
Merkez Bankası uzmanı Ercan Türkan’ın ‘Son vergi düzenlemeleri ile ortaya çıkan fiyat indirimleri tüketiciye yansıtıldı mı?’ başlığını taşıyan çalışması son dönemde çok tartışılan bir konuya aydınlık getiriyor. Türkan’ın vurguladığı gibi krizle ilgili olarak yapılan vergi düzenlemeleri üç ana başlıkta toplanıyor: (1) Yatırım olarak sınıflandırılan gayrimenkul ve iş makinalarının alım maliyetinin düşürülmesine yönelik vergi indirimleri. (2) Hanehalkının otomobil, mobilya, beyaz eşya ve bilişim ürünleri gibi bazı dayanıklı tüketim mallarına olan talebinin canlandırılmasına yönelik vergi indirimleri ve (3) Tüketimin finansmanının ucuzlatılması için yapılan vergi indirimleri.
İnceleme sonuçlarına göre mart ve nisan ayları itibariyle vergi indirimlerinin tüketiciye yansıması oldukça yüksek oranlara ulaşmış. Vergi indirimi oranları otomobilde yüzde 80, beyaz eşya ve ev aletlerinde yüzde 100, görsel işitsel ekipmanda yüzde 30, mobilyada yüzde 112 ve bilgisayar ve bilişim araçlarında yüzde 140 oranında tüketiciye yansıtılmış. Vergi indirimleri mobilya, bilgisayar ve bilişim araçları alanlarında diğer indirim
kampanyalarıyla birleşerek vergi indiriminden daha yüksek indirimlere yol açmıştır.
İstanbul Vergi Denetmenleri’nin yaptığı bir araştırma vergi indirimlerinin otomotiv sektörüne etkisinin oldukça fazla olduğunu ortaya koyuyor. Araştırma çerçevesinde 13 otomobil markası üzerinden yapılan bir değerlendirmeye göre indirimlerin söz konusu olmadığı 1 ile 15 Mart tarihleri arasında 2846 adet taşıt satışı gerçekleştiği, buna karşılık indirimlerin yürürlükte olduğu 16 ile 31 Mart arasında 9445 adet taşıt satıldığı ortaya çıkıyor. Aynı araştırmaya göre bu taşıtlar üzerinden sağlanan toplam vergi hâsılatı da vergi indirimine karşın satış miktarı arttığı için büyük artış göstermiş görünüyor.
1 Nisan ile 16 Nisan arasındaki satışlar vergi indirimli dönemin ilk 15 gününe göre bir düşüş göstermiş görünse de (6048 adet) vergi indirimsiz döneme göre iki mislinden fazla artış sergiliyor.
Bu araştırmaların bize gösterdiği en önemli sonuç yapılan vergi indirimlerinin tüketiciye ve dolayısıyla önemli oranda talep artışına yansıdığı konusudur. Bu iki araştırma baştan beri savunduğum konuyu doğrulamıştır. Hatırlarsanız talebin canlandırılmasının harcama artışlarıyla ya da kredilerin ucuzlatılması ve yaygınlaştırılmasıyla değil asıl olarak vergi indirimleriyle gerçekleştirilebileceğini savunmuştum. Söylediğim bir başka şey de canlandırma etkisinin yüksek olabilmesi için vergi indirimlerinin dolaylı vergilerle sınırlı tutulmakla birlikte daha yaygın bir alanı kapsamasının doğru olacağı idi. Yani eğer bütçe açığı verecek ve bunu borçlanarak finanse edeceksek açığı vergi indirimleri yoluyla yapmamızın ekonominin canlanmasına çok daha fazla katkı yapacağını anlatmaya çalışmıştım.
Vergi indirimleri sınırlı sayıda mal için yapıldığından canlandırıcı etkisini tam olarak gösteremedi. Önümüzdeki dönemde indirimleri kademeli olarak yükseltmek, buna karşılık uygulamayı daha yaygın hale getirmek en doğru seçenek olarak görünüyor.
Piyasalardaki
hareket iyileşme umudu mu
Şevket Sürek (Referans 28.05)
23
Nisan 2009 günü bu köşede yazdığım yazıda, "Kriz mi sakinleşti, yoksa
biz mi alıştık" diye sorgulamış ve kriz sakinleştiyse "Ne
âlâ", biz alıştıysak "Çok fena" yorumunda
bulunmuştum.
Yazımın
yayın tarihinden bu yana 35 gün geçti.
Piyasalardaki
hareket o günlere göre daha da hallice,
istatistiki
veriler biraz moral verir nitelikte.
Yüzlerde
endişeyle karışık da olsa, bir gülümseme var.
19
Mayıs tarihli Referans'ta Şebnem Turhan'ın "Makro ekonomide mikro
umutlar" başlıklı haberine göre işçi çıkarmalar yavaşlamış,
hatta işe alınmalarda artışlar söz konusu.
Kapasite
kullanımlarında
büyük oranlarda olmasa da toparlanma var.
Tüketici
güven endeksi 8 puan, reel kesim güven endeksi ise 11.8 puan yükselmiş.
İç
satışlar, biraz kıpırdamış.
Stoklar
azalmış.
Ayrıca,
yine aynı günkü Referans'ta "özel sektörün dış borçları geriledi"
haberi var.
Habere
göre reel sektörün 2009 dış borçları yüzde 4.8 gerilemiş.
Demek
ki, reel sektör borçlarını bankaların üzerine yıkmayarak kendi imkânlarıyla
ödeyebilmiş.
Reel
sektörün de bankaların da korktukları bu durum bankalara derin bir nefes
aldırmış olabilir.
Reel
sektör kredilerine tavır koyan bankalar bu olumlu gelişmeyi
dikkate almalıdırlar.
Bu
iyi haberlere ben de katkıda bulunayım.
Özellikle
tekstil, hazırgiyim ve konfeksiyon sektöründe iyi şeyler oluyor.
Ayakta
kalabilenlerin
kapasite kullanım oranları arttı.
İhracat
bağlantılarında bir hareket olmalı ki, ihracat düşme oranları gerileme
eğiliminde.
Henüz
artılı oranlara uzak olsalar da düşme oranlarında iyileşmeler
görülüyor.
Beklentim,
haziran ayı verilerinin daha iyi olacağı şeklinde.
Hareketin
verdiği sinerji ile bazı hammaddeler "yok" satıyor.
Bu
noktada arz-talep kuralı devreye giriyor ve düşen hammadde fiyatları tekrar
yükseliyor.
Fiyatların
artmasına, ödemelerin peşine dönmesine rağmen hammaddeye olan talep
canlı.
Uzun
süredir yatan iplik fabrikaları tam kapasiteye çıktılar.
Bazı
iplik fabrikalarında yatırım çabaları var.
Eski
borçları biten bazı fabrikalar yeni yatırımlar için projeler
hazırlıyorlar.
Piyasa
hareketleri sadece tekstil sektörü ile de sınırlı değil, birçok sektörde
de benzer hareketler var.
Şimdilik,
güzel hareketler bunlar...
Tabii
bu gelişmelere bakıp da "Dip göründü" şeklinde ahkâm kesenler
veya "Bakın 'Teğet geçecek' dedim, işte teğet geçti"
şeklinde kendine pay çıkaranlar olabilir.
"Dip
göründü mü"
şeklinde soranlara, "Dibi görmek şart mıdır" sorusunu
yöneltmek, "teğet" muhabbeti yapanların ise "teğet
geçerken zarar da verecek" türündeki fizik ve geometri özürlü
yorumlarına gülerim.
Ayrıca,
"Kapsamlı
bir hasar tespiti yapmadan bu sorulara cevap aramayın, hasar tespiti yapıldığında yıkımın
ne kadar vahim olduğunu görün, "Dip midir, teğet midir o zaman
konuşun" derim.
Evet,
piyasalarda yukarıda yazdığım şekilde gözle görülür bir hareket vardır.
Vardır
ama öncesindeki yıkım da "vahim" dozundadır.
O
zaman tekrar soralım:
Geometrik
teğet geçişin fiziken yıktıkları nasıl ayağa kaldırılacaktır?
Piyasalarda
hissedilen bu hareket geçici midir?
Devamlı
mıdır?
Devamlı
değil de geçici ise bu hareketi devamlı kılacak formülleri nelerdir?
Öyle
ya!
"Dibe
vurduk yükseliyoruz, teğet geçtik yola devam" diyenler...
Verebiliyorlarsa
önce bu dört soruma cevap versinler.
Sonrasını
bir başka yazımda söyleşiriz.
Yazımın
başlığındaki "Piyasalardaki hareket iyileşme umudu mudur"
sorusuna, ben 23 Nisan'da sorduğum soru ile cevap vereyim: "Kriz mi
sakinleşti" yoksa "Biz mi alıştık?"
Piyasalardaki
olumlu hareketlere rağmen bu soruya kesin cevap verebilmek için henüz erken.
İşin
zor yanı da burası.
İktisatçılar
nerede anlaşıyor, nerede ayrılıyor
28.05.2009 | Seyfettin Gürsel | Yorum
Ali
Babacan ayağının
tozuyla iktisatçı köşe yazarlarını yine bir araya getirdi. Hazine Müsteşarı,
Merkez Bankası Başkanı da toplantıya katıldı. Ama ne bakan ne de ekonomi yönetimi
görüş beyan etmediler. İktisatçıları dinlediler. "Her kafadan bir ses
çıkmıştır" diye düşünüyor olabilirsiniz. İktisatçı fıkraları
düşünüldüğünde haksız sayılmazsınız. Ama toplantıdan benim beklentilerimi de
aşan bir oydaşmanın (konsensusun) temayüz ettiğini belirtmeyim. Elbette
iktisat politikalarının dozajında ve zamanlamasında bazı nüans farkları var,
ama işin özünde geniş bir görüş birliği olduğunu düşünüyorum.
İlk
turda Dünya krizi konuşuldu. Nasıl çıktı, neden çıktı konularını
geçelim. Üzerinde anlaşılan temel üç nokta söz konusu:
1)
Temel dengesizlikler olduğu yerde duruyor. ABD'den yine çok tüketmesi bekleniyor. Çin dış fazla
vermeye ve rezerv biriktirmeye devam ediyor. Dolara dayanan uluslararası para
sistemi ne zaman reforme edilir belli değil. Uluslararası finans sistemi kolay
kolay rehabilite edilemeyecek.
2)
Bu koşullarda eski bol likiditeli günler geri gelmeyecek. Dengesizlikler nedeniyle Dünya
ekonomisi dalgalı bir seyir izleyecek.
3)
Bundan böyle dünya ekonomisi ve dünya ticareti düşük büyüme oranlarına mahkûm.
Dünya
ekonomisinin kriz sonrası Türkiye'nin işini zorlaştırıyor. 2009 kayıp yıl. 2010'dan
itibaren yüzde 5-6 büyümeye ihtiyaç var. Bu büyümeye patlama yapan
işsizliği adım adım geriletmek için de ihtiyaç var. İyimser bir tahminle yüzde
5-6 büyüme gelecek yıl baz etkisiyle (2009'daki aşırı küçülmenin üzerine)
yakalansa bile, orta vadede garanti değil. Çünkü iç talebe ve çoğunlukla dış
kredi ile finanse edilen yüksek cari açığa dayanan büyümeye geri dönüş artık
mümkün değil. Mutlaka ihracata dayalı yeni bir büyüme modeline ihtiyaç var.
Böyle
bir büyüme modeli önce tasarlanmak, sonra da 2009'dan itibaren adım adım
uygulanmak zorunda. Kriz bir bakıma yeni büyüme modeline geçişi
kolaylaştıran bir zemin yarattı. Türk Lirası aşırı değerli olmaktan çıktı. Rekabet
gücü var. Piyasa reel faizi yüzde 5 civarında. Hiç bu kadar düşük
olmamıştı. Küresel deflasyon ve durgunluk enflasyonu hedeflerin altına indirdi.
TCMB'nin eli rahat.
Bu
zeminin korunması gerekiyor. Nasıl? Birinci sorun bu. Ama yetmez. Aynı zamanda
makro zeminin sanayinin rekabet gücünü artıracak yapısal reformlarla
desteklenmesi gerekiyor. Mevcut reel faiz, reel kur ve enflasyon
düzeylerinin korunabilmesi para ve maliye politikalarının çok etkin bir
karışımını gerektiriyor ve bu hiç de kolay değil. Bu noktada görüş
ayrılıkları var. Ama önce ortak görüşü özetleyelim. İktisatçılar orta vadede
maliye politikasının sıkılaştırılarak 2009'da orta çıkan zorunlu açılmanın
kontrol altına alınmasını savunuyor. Dolayısıyla sağlam bir orta vadeli mali
programının şart ve acil olduğu konusunda görüş birliği var.
Ancak
kimi meslektaşlar maliye politikasında gevşemede ipin ucunun şimdiden kaçmak
üzere olduğunu savunuyor. Bir an önce gerçekçi bir 2009 bütçesi yapmak ve
nasıl finanse edileceğini ortaya koymak gerekiyor. Benim son tahminim bu
yıl küçülmenin yüzde 6'yı bulacağı şeklinde. Bu koşullarda bütçe açığı 70
milyara, açık oranı da yüzde 6'ya dayanır. Kriz koşullarında bu o kadar vahim
değil. Ancak nasıl finanse edileceği ve sonra nasıl toparlanacağı önemli.
Tümüyle içerden finanse edemezsiniz. Faizler artar. Tümüyle TCMB'ye dolaylı
olarak finanse ettiremezsiniz. Beklentiler (enflasyon, kur, faiz) bozulur. Ama
para politikası sınırlı ve ölçülü miktar genişlemesi ile destek olabilir. Son
tahlilde açığın önemli kısmını dış tasarrufla karışlamak zorundasınız.
IMF
tartışması da bu nokta da gündeme geliyor. Çoğunluk IMF anlaşmasından yana.
Çünkü anlaşmanın makro zemini korumayı kolaylaştıracağını düşünüyor. IMF ile
anlaşma yapılmayacaksa da, belirsizlik bir an önce ortadan kaldırılmalı ve
güçlü bir mali program ile yapısal reform paketi ortaya konulmalı. Zor
reformlar gündemde. İşgücü piyasası başta olmak üzere.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder