MEVZUATTA GEÇEN
HAFTA
- Varlık
Barışından Yararlanan Mükelleflerin Bu Kapsamda Beyan Ettikleri Vergilerin
Tecil Edilemeyeceği Açıklanmıştır:
Maliye
Bakanlığı 2009/3 sayılı Tahsilat İç Genelgesinde, daha önce yayınlanan bir iç
genelgede;
-Katma Değer Vergisi,
-Geçici Vergi,
-Özel Tüketim Vergisi,
-Banka ve Sigorta Muameleleri
Vergisi,
-Özel İletişim Vergisi,
-Harçlar (İkmalen tarhiyata dayanan
tapu harçları hariç),
-Fonlar,
-Ecrimisil,
-Eğitime Katkı Payı ve Eğitime Katkı
Payına ait gecikme zammı
-Sınırlı uygulama süresine sahip ek
vergilerden
olan alacakların tecil edilmeyeceğinin
bildirildiğini, 22.11.2008 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan 5811 sayılı Bazı
Varlıkların Milli Ekonomiye Kazandırılması Hakkında Kanun kapsamında tahakkuk
eden vergilerin de mükelleflerin çok zor durumda olup olmadıklarına
bakılmaksızın hiçbir şekilde tecil edilmeyeceğini açıklamıştır..
- Reeskont ve
Avans İşlemlerinde Uygulanacak Faiz Oranları Değiştirildi:
12
Haziran 2009 Tarihli Resmi Gazetede yayımlanan Türkiye Cumhuriyet Merkez
Bankası kararında, vadesine en çok 3 ay kalan senetler karşılığında yapılacak
reeskont işlemlerinde uygulanacak iskonto faiz oranını yıllık %18, avans
işlemlerinde uygulanacak faiz oranını ise yıllık %19 olarak tespit edilmiştir.
Bilindiği üzere Vergi Usul Kanununa göre yapılan reeskont işlemleri ile faizin
belli olmadığı kredi verme işlemlerinde avans faiz oranı kullanılmaktadır.
VERGİDE
TARTIŞILAN RİSKLER VE FIRSATLAR
- Hazine Zararı Nasıl
Ortaya Çıkar? Gider Kaydedilmemiş Olsa Dahi Transfer Fiyatlandırması
Kapsamında Örtülü Kazanç Aktarımının Gerçekleştiği Görüşünde Olan
Vergiciler de Var:
5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanununda yer
alan transfer fiyatlandırması uygulamasına 1.1.2007 tarihinden itibaren başlanmıştır.
Bilindiği üzere KVK’na göre kurumların, ilişkili
kişilerle emsallere uygunluk ilkesine aykırı olarak tespit ettikleri bedel veya
fiyat üzerinden mal veya hizmet alım satımında bulunması halinde, tamamen
veya kısmen transfer fiyatlandırması yoluyla örtülü kazanç dağıtımı yapılmış
sayılmaktadır.
Örtülü olarak dağıtılan kazanç alım satımın
yapıldığı hesap döneminin son günü itibarıyla dağıtılmış kar payı veya dar
mükellefler için ana merkeze aktarılan tutar sayılır. Buna göre daha önce her
iki şirkette yapılan kayıtlar ve vergilendirmeler buna göre düzeltilir.
Transfer fiyatlandırması yoluyla örtülü kazanç
dağıtımının ya düşük bedel ile satış yapan ilişkili kişinin diğer şirkete
kazanç aktarımı yapması ya da yüksek bedelle satış yapan ilişkili kişiden alımı yapan şirketin diğerine kazanç aktarması
şeklinde yapıldığı kabul edilmektedir.
Kurumlar Vergisi Kanunu'nun 11/1-c bendinde transfer
fiyatlandırması yoluyla örtülü olarak dağıtılan kazançların Kanunen Kabul
Edilmeyen Gider kapsamında oldukları belirtilmiş olup, bu hükmün uygulaması ile
ilgili mükelleflerdeki algılama, emsal bedel ile fiilen ödenen bedel arasındaki
farkın ancak gider yazılmış olması halinde yani kazançtan indirilmiş olması
halinde matrah farkının oluşacağı yönündedir. Bu şekildeki algılama, matrah
farkının, mallarda ve diğer iktisadi kıymetlerde ancak satış veya amortisman
yoluyla gider yazılan dönemlerde ortaya çıkacağı anlamına gelmektedir. Ancak mevcut
düzenlemeye göre bu mümkün değildir. Çünkü KVK’nun 13’ncü maddesine göre örtülü
kazanç dağıtımı şartların (ilişkili kişilerle emsallere uygunluk ilkesine
aykırı olarak yapılan alım satımın) gerçekleştiği hesap döneminin son günü
itibariyle yapılmış sayılır ve o dönem hesaplarının düzeltilmesi gerekir.
Vergicilerin bir kısmı yapılan ödemenin
muhasebede gider olarak kaydedilmese dahi ilgili yıl kazancına eklenerek
üzerinden vergi alınması gerektiğini düşünmektedirler. Örneğin 500.000 TL emsal
bedelli arsayı ilişkili kişiden 1.000.000 TL na satın alan şirket arsanın
bedelini muhasebede ne direkt olarak ne de amortisman yoluyla masraf yazmasa
dahi ilişkili kişiye dağıttığı kabul edilen 500.000 TL kazancı alım satımın
yapıldığı dönem kazancına ekleyerek üzerinden vergi hesaplayacaktır.
Bilindiği üzere KVK’nun 13’ncü maddesine 2008
yılından itibaren uygulanmak üzere kazancın örtülü olarak dağıtılması için hazine
zararının doğması şartı konulmuştur. Hazine zararının tanımı ise, emsallere
uygunluk ilkesine aykırı olarak tespit edilen fiyat ve bedeller nedeniyle kurum
ve ilişkili kişiler adına tahakkuk ettirilmesi gereken her türlü vergi
toplamının eksik veya geç tahakkuk ettirilmesi şeklinde yapılmıştır.
Bu görüşü savunanlar, yapılan işleme ilişkin
emsal bedel ile uygulanan bedel arasındaki farkın her halükarda, yani gider olarak
yazılıp yazılmadığına bakılmaksızın taraflardan birinin kazancına eklenirken
diğerinin kazancından düşülmesi şeklinde uygulama yapılması gerektiğini
belirtmektedirler. Bu düşünce tarzı uygulamada peşin vergileme anlamına
gelmekte ve kağıt üzerinde Hazine zararının çıkmasına yol açmaktadır.
- Toplu İşten Çıkarmanın
Koşulları:
4857 sayılı İş Kanunu’nun 29. maddesinin
birinci ve ikinci fıkrasına göre, “İşveren; ekonomik teknolojik, yapısal
ve benzeri işletme, işyeri veya işin gerekleri sonucu toplu işten çıkarmak
istediğinde, bunu en az otuz gün önceden bir yazı ile işyeri sendika
temsilcilerine, ilgili bölge müdürlüğüne ve Türkiye İş Kurumu’na bildirir.
İşyerinde
çalışan işçi sayısı: (a) 20 ile 100 işçi arasında ise, en az 10 işçinin; (b)
101 ile 300 işçi arasında ise, en az yüzde on oranında işçinin; (c)301 ve daha
fazla ise, en az 30 işçinin işine 17. madde uyarınca ve bir aylık süre içinde
aynı tarihte veya farklı tarihlerde son verilmesi toplu işten çıkarma sayılır.”
Toplu işçi çıkarmanın söz konusu olabilmesi
için bir işyerinde en az 20 işçinin çalışmış olması gerekmektedir.
İşveren; ekonomik, teknolojik, yapısal ve
benzeri işletme, işyeri veya işin gerekleri sebebiyle toplu olarak işçi
çıkarabilir. Toplu işçi çıkarmalarda işletme içi nedenler; işyerinin
küçültülmesi, yeni teknolojilerin kullanılması vb. hususlardır. İşletme
dışı nedenler; ülkede yaşanan ekonomik kriz, satış olanaklarının azalması,
enerji ve hammadde sıkıntısı vb. hususlardır.
Kanun’da sayı olarak ölçeği belirlenen
işyerlerinde; ekonomik, teknolojik, yapısal ve benzeri işletme, işyeri veya
işin gereklerinden kaynaklanan nedenlerle iş sözleşmesi işveren tarafından 4857
sayılı İş Kanunu’nun 17. maddesi uyarınca feshedilen işçi sayısı dikkate
alınarak toplu işten çıkarmanın nedenleri ve ölçeğinin sınırı çizilmiştir. Bu nedenle
iş sözleşmesinin 4857 sayılı İş Kanunu’nun 25. maddesi uyarınca işveren
tarafından derhal fesih halleri ile işçinin şahsından kaynaklanan nedenlerle
anılan Kanun’un 17. maddesi uyarınca iş sözleşmesinin işverence fesih halleri
toplu işçi çıkarma kapsamında değerlendirilemeyecektir.
Ekonomik teknolojik, yapısal ve benzeri
işletme, işyeri veya işin gerekleri sonucu toplu işten çıkarmak durumunda kalan
işverenin iş sözleşmelerinin fesih gerekçesini rasyonel, objektif ve
somut olarak ortaya koyması, feshin son çare olduğunu ispat etmesi gerekir.
Yargıtay bir kararında bu duruma işaret etmiştir: “Davalı işverenin
dosyaya ibraz ettiği bilançolara göre uzun süredir zarar etmekte olduğu,
verimliliğin artırılması, personel fazlalığının ortadan kaldırılması için
yeniden yapılandırmaya gidilmesi gerektiği, bu nedenle davalının yeniden
yapılandırma kurulu oluşturarak norm kadro belirlemesi yaptığı… Davalı
işverenin hazırladığı listede salt sayılar yer almakta ve herhangi bir
gerekçeye yer verilmediği görülmektedir. Somut olayda olduğu gibi çok fazla
sayıda fesih gerçekleştiren kurumların ve özellikle yasasında da hüküm olmakla
yeniden yapılandırmaya ve norm kadroya dayanan fesihlerde bu belirlemelerin
rasyonel, objektif ve somut olarak yapılması ve uygulamasının da yasaya uygun
olması gerekmektedir… Kurumun ve çalışanlarının profilinin, yeniden
yapılandırma ile ilgili kararların yerindeliği, 4857 sayılı İş Yasası’nın 29.
maddesi gereğince yapılan fesihlerin işverenin ekonomik, teknolojik, yapısal ve
benzeri işletme ve işyeri gereklerinden kaynaklanıp kaynaklanmadığı, feshin son
çare olup olmadığı konuları uzman, tarafsız gerekirse öğretim üyelerinden
seçilecek bilirkişi heyetinden alınacak rapor ile belirlenmeli ve alınacak
raporlar değerlendirmeye tabi tutularak sonuca göre hüküm kurulmalıdır.” Çetin
SONKAYA (Yaklaşım Ocak 2009)
4857 sayılı İş Yasası’nın 29. maddesinin 2.
fıkrasında belirtilen çalışan işçi sayısı ile iş sözleşmesi feshedilen işçi
sayılarının tespitinde; işverene tabi ve/veya işletme bünyesindeki toplam
işçi sayılarının değil, toplu işçi çıkarımının yapıldığı her bir işyerinin
münferiden değerlendirilmesi gerekir. Arif Temir (Yaklaşım Ocak 2009)
İşveren; ekonomik, teknolojik, yapısal ve
benzeri işletme, işyeri veya işin gerekleri sonucu toplu işçi çıkarmak
istediğinde, bunu en az otuz gün önceden bir yazı ile;
- İşyeri sendika temsilcilerine,
- Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın
ilgili bölge müdürlüğüne,
- Türkiye İş Kurumu’nun ilgili birimine
Bildirir.
İşyerinin kesin ve devamlı surette faaliyetine
son vermesi durumunda işyeri sendika temsilcilerine bildirimde bulunulmaz.
4857 sayılı Yasa toplu işçi çıkartılması ile
ilgili bildirimlerin yazılı yapılmasını öngörmüştür. Yapılacak olan
bildirimlerde;
-İşçi çıkarmanın sebepleri,
-Bundan etkilenecek işçi sayısı ve grupları
-İşe son verme işlemlerinin hangi zaman
diliminde gerçekleşeceğine
ilişkin bilgilerin bulunması gerekmektedir.
Fesih bildirimleri, işverenin toplu işçi
çıkarma isteğini işyerinin bağlı olduğu Çalışma ve Sosyal Güvenlik
Bakanlığı’nın bölge müdürlüğüne bildirmesinden otuz gün sonra hüküm doğurur.
İşveren, toplu işçi çıkarmalarda işçilere
çalışma sürelerine uygun olarak ihbar öneli vermek veya ihbar tazminatı
ödemek bunun yanında kıdem tazminatı da ödemek zorundadır.
4857 sayılı Yasa’nın 29. maddesinde belirtilen
hükümlere aykırı olarak işçi çıkaran işveren veya vekili hakkında aynı Yasa’nın
100. maddesi gereğince her işçi için 403,00 TL
idari para cezası uygulanmaktadır.
İşveren toplu işçi çıkarmanın kesinleşmesinden
itibaren altı ay içinde aynı nitelikteki iş için yeniden işçi almak istediği
takdirde nitelikleri uygun olan işten çıkarılan işçileri tercihen işe
çağırmakla yükümlüdür.
EKONOMİ
YORUMLARINDAN ALINTILAR
İndirimler
sürecek mi?
Ertuğ Yaşar (Referans 12.06)
Öyle
anlaşılıyor ki ekonomi yönetimi, yerel seçimler öncesinde (biraz da alel acele)
getirilen vergi indirimlerini şimdilerde uzatacak.
Pazartesi
günü Başbakan Yardımcısı ve Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan, NTV
televizyonuna çok güzel bir söyleşi verdi. Bu söyleşiden anladık ki değişik
sektörlere sağlanan vergi indirimleri gözden geçiriliyormuş. Bazıları
uzatılacak, bazıları kapsamı daraltılarak sürdürülecek, bazıları tamamen
kaldırılacak ve belki de bazı yeni sektörler eklenecekmiş.
"Sonuçlarına
bakıyoruz" dedi
Ali Bey. Yani bir anlamda "Attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya değdi
mi ona bakacağız" dedi. Çünkü sağlanan vergi indirimleriyle hükümet,
gelirlerinden vazgeçti. Bunu yaparken amaçlanan hedefler, tüketimin artması
yolu ile piyasanın canlanması; stokların eritilmesi ve üretimin yeniden
başlaması, istihdamın korunması (ve artırılması), tüketici memnuniyetinin
sağlanmasıydı. Şimdi bu hedeflere ne kadar ulaşıldığına rakamsal olarak
bakıyorlar.
Daha önceki
bazı örneklerde kanıtlanmıştır ki, vergi yüzdesinin inmesi toplam vergi
gelirlerini azaltmayabilir. Acaba Türkiye'de mart ayından bu yana böyle
olmuş olabilir mi? Olmasa bile çok dert değil; çünkü eğer bu vergi indirimi
sayesinde Türkiye'de istihdam korunabildiyse devlet yine de çok kârlıdır.
Sanırız Ali
Babacan'ın da özellikle otomotiv sektörüne sağlanan vergi indirimleri konusunda
kişisel çekinceleri oluşmuş. Çünkü Sayın Bakan şuna yakın bir cümle sarf
etti: "Bizim sağladığımız vergi indirimlerinin Almanya'da ya da
Fransa'da istihdam yaratmasına izin veremeyiz."
Sözün amacı
belli: "Neden biz ithal otomobillerin satışına destek olalım?"
Kaldı ki eldeki veriler, Türkiye'de satılan her 100 otomobilden 80'e
yakınının ithal olduğunu da gösteriyor. Üstüne bir de kamuoyuna doğruluğunu
tam bilemediğimiz bir söylenti yayıldı: Meğerse otomobil firmalarından bazıları
vergi indirimlerinin tamamını fiyatlara yansıtmamış; bu indirimlerle kendi
kârlarını artırmışlar.
Bizce
otomobil sektörüne verilecek bir vergi indirimi, sadece Türkiye'de üretilen
otomobillere sağlanmalıdır. Evet, bu önlem Avrupa Birliği ile aramızda olan
gümrük birliğine aykırıdır. Ama sanırım bu "olağanüstü"
dönemde böyle geçici bir uygulama için bir istisna alınabilir.
Diğer
sektörlerde durum bizce farklıdır. Örneğin ulusal katkı payı oldukça yüksek
olan mobilya sektöründe mutlaka vergi indirimleri sürmelidir. Kaldı ki
mobilya, otomobil gibi değildir. Çünkü mobilyayı otomobile göre çok daha
geniş bir kamuoyu kitlesi satın alabilir. Yani "tüketim mutluluğu",
çok daha geniş bir kamuoyu tabanına yayılabilir.
Beyaz ve
kahverengi eşyalarda da vergi geliri kaybına ve yerli girdiye
bakılmalıdır. Bu sektör de otomotiv gibi, yerli üreticilerin yanı sıra ciddi
oranda dışalımın olduğu bir alandır (özellikle elektronikte). O nedenle
gerçekleşen verilere bakarak karar vermek ve belki de vergi indirimlerinin
oranını düşürerek bir miktar daha indirimleri sürdürmek yararlı olabilir.
Ancak bunun
bir istisnası, bilgisayar olmalıdır. Özellikle okulların kapandığı bu
dönemde, birçok aile çocuklarına karne hediyesi olarak bilgisayar almayı
düşünebilir. Çocuklarımızın daha çok bilgisayar kullanması, gelecekte çok daha teknoloji
ile barışık bir toplum olmamızı sağlar. Bu nedenle sadece
bilgisayarlarda vergi indirimlerinin sürmesi çok yerinde olur.
Eğer ekonomi
yönetimi vergi indirimine yeni sektörler eklemek istiyorsa bizce bu konuda en
önemli aday konfeksiyon sektörüdür. Hem istihdam sağlama
açısından hem yüksek yerli katkı açısından ve hem de tüketicilere satın
alma sonrasında kişisel mutluluk sağlama açısından, konfeksiyon önemli
bir sektördür. Kaldı ki konfeksiyonun perakende sektörünü de canlandırma
etkisi bulunmaktadır.
Umarız Ali
Babacan önderliğindeki ekonomi yönetimi bu kere lobilerin baskısı ile değil de
Türkiye'nin ekonomik gerekleri çerçevesinde kararlar verir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder